21 Aralık 2010 Salı

Tefe'ül Gecesi

Masanın üzeri plastik bardaklarla dolu. Plastik bardakların içinde poşet çay artıkları, kullanılmış peçeteler, sigara külleri ve izmaritler. Birkaç tane defter, kalemler. İki tane öykü kitabı. Biri Zeyyat Selimoğlu'nun "Bahar Yorgunluğu", diğeri Tomris Uyar'ın "İpek ve Bakır"ı. Kitapların kalınlıkları hemen hemen aynı. Yalnız "Bahar Yorgunluğu" boyut olarak daha küçük. Ve bembeyaz bir kapağı var, "İpek ve Bakır"ın simsiyah kapağına inat. Plastik bardaklar gibi beyaz bir kapak. Az ileride duran yatağımın çarşafı gibi beyaz, yatağımın yanındaki pencereden içeriye giren sokak gibi yorgun. Ama ne sokağa çıkmak şimdi, ne de yatıp uyumak. Değil mi ki beyaz, değil mi ki sokak, değil mi ki kitap. Rastgele bir sayfa, rastgele bir cümle. Hem de ortasından!

"...rastgele bir yerinden açtı kitabı."

Sayfa onsekiz. Saat kaç, bilmiyorum. Sigara kokusu yükseliyor birden plastik bardaklardan. İçimden bir şeyler yapmak geliyor -ki bu zaten en büyük sorun da. Şey değil de, "-ler" olması. Tıpkı masa gibi: Bardaklar, küller, izmaritler, artıklar... Bırakıyorum "Bahar Yorgunluğu"nu masaya geri. Gerçek bahar asılı duruyorken yatağımın yanındaki penceredeki sokakta, yorgunluk da bana asılmaya meylediyor. Biraz daha mı sigara? Ben sigara içmem ki! Bu küller benden belki ama ya izmaritler? Yoksa karnım mı acıktı? Sabah kahvaltı etmemiş, öğlenleyin iki kâse çorba içmiştim Taksim'deki küçük lokantada. İki kâse çorba, iki lira. Bol ekmek. Masanın üzerinde bir de kalemtraş varmış, şimdi ilişiyor gözüme. "İpek ve Bakır" ın bir karış sağında. Tomris Uyar Hanım, siz bilin şimdi bakalım. Bu sefer sayfadaki ilk cümle.

"Bir gece yarısı dosdoğru İstanbul mu beni böylesine yoran?"

"Örneğin, Tomris Uyar'ın hiçbir öykü karakteri çiğ köfte yemez." demişti Yalçın Hoca. Ne kadar da "lümpen" değil mi çiğ köfte yemek! "Lümpen" kelimesi ne kadar entelektüel! Karnım aç demek ki, aklıma düştü çiğ köfte. Bu saatte nerden bulabilirim ki, çok saçma. Sokak, turuncu ışıklarla aydınlanan ağaç. Peki, Tomris Uyar'ın öykülerinde ağaç var mıdır acaba? Hatırlamıyorum. Masanın üzerindeki kalemi hatırlıyorum en net biçimde. Lacivert, 07 uçlu kalem. Yine lacivert, karton kapaklı bir defterim vardı lisede. Ne olmuştu o zaman, aşık mı olmuştum ne. Şiir yazmıştım bu kalemle o deftere bütün bir gece. Ne bir yorgunluk, ne bahar, ne bakır! Belki "İpek". Adı İpek olabilir mi? Çiğ köfte yer miydi? Bilir miydi Hz. İbrahim'i? Onu yakmayan ateşi, balıkları, Urfa'yı? Zeyyat Selimoğlu'nun öykülerindeki bir karakter geldi sonra, yanıma oturdu. Yok yok! Karnım aç benim.

"Bu, benim için çok kolay oldu. Çünkü ölmeye karar vermiştim."

Yatağıma uzanırken aklıma geldi bu iki cümle. Ne Tomris, ne Zeyyat'tan. Hem ne anlama geliyor ki hem "Tomris" hem de "Zeyyat"? Bilmiyorum anlamlarını, gerek de yok bana kalırsa o kadar. Gabriel Garcia Marquez'in de adının anlamını bilmiyorum, cümleleri geliyor ama aklıma işte. "Gabriel", "Cebrail" olmalı ama yanlış hatırlamıyorsam. Hem belki Marquez biliyordur çiğ köftenin tadını. Hz. İbrahim'i. Ateşi, suyu, balıkları, Urfa'yı, ölümü, Allah'ı, baharı…
Şimdi uyusam, karnım aç da olsa, uyusam.
Kolay olmayacak.

4 Aralık 2010 Cumartesi

ne "Bilge"siz, ne "Karasu"suz




"Yok canım, ne alakası var! Tabii ki, hayır." dedi kendinden çok emin bir sesle. Büyük koltuktaki her zamanki rahat oturuşu, hangi renkte olduğunun bir türlü ayrımına varamadığım gözleri, o gözlerle bana doğru bakışı ve konuşurken dudaklarının kenarında oluşan alaycı kıvrımlar da bir o kadar emindi kendisinden:

"Bilgeliğin karasularına ulaşmak için, tabii ki Bilge Karasu okumak tek başına yetmez!"

Orhan Veli'ye Nazire...

bakakalırım giden camus'nün ardından
ihtiyar adam'am kendimi ve denize, hemingway güzel
sartre'da ürkeklik var, anlayamam

30 Kasım 2010 Salı

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Ben

Ahmet Arif ne kadar iyi bir şairdir? Tartışılır. Kime ne? Aklıma bir dizesi geliverdi işte: “Akşam erken iner mahpushaneye” Demek ki mevsimlerden kış! Geceler uzun. Geceler kara tren… (Yok, bu Nazan Öncel’den!)

Bisikletle yapılan küçük bir şehir turu. Sonra boş bir sokakta -ki şehrimiz aslında bir taşradır, tüm sokakları yalın- inip bisikletten, kaldırıma oturmak. Çünkü akşam erken inmiş. Dünya denen hapislikteyiz! Ortalıkta ne bir ejderha var ne bir kedi. Hava soğuk, kafada düşünceler, beyin zarımız geniş… Kuzey yarım kürede en sıkıcı zamanlar.

Peki Tanpınar, sen söyle bakalım o zaman: “Ne güzel geçti bütün yaz, / Geceler küçük bahçede… / Sen zambaklar kadar beyaz / Ve ürkek bir düşüncede”.

İşte en güzeli! Hatırlamalı şairleri ve şiirleri. Yoksa kaldırımda oturmak yetmez, cep telefonları yetmez, anne yemekleri ve uzak doğu sineması yetmez!

Bütün neden şu “kara duygululuk” denen halet-i ruhiyem mi? Yani, bilinen adıyla, “melankoli”. O zaman hatırlarım ben de Sabahattin Ali’yi: “Beni en güzel günümde / Sebepsiz bir keder alır / Bütün ömrümün beynimde / Acı bir tortusu kalır”.

Kaldırım soğuk. Son model arabalar gelip geçiyor bazen yanımdan. Sokağımız zengin sokağı, ben de pek fakir sayılmam. Onlar kadar mutluyum, onlar ne kadar mutluysa tabii! Ama sosyal içeriksiz olsun bu gecem, çünkü “çok canım sıkılıyor kuş vuralım istersen” .

“Ben sana düzenli olarak telefon ediyorum” diye başlıyordu bir şiiri Ah Muhsin Ünlü’nün. Başlasın, başlayamaz mı? Ben düzenli olarak telefonuma bakıyorum. Zaman bir türlü geçmiyor, ben inatla saate bakıyorum. Kaldırımlar bana dar geliyor, ben bir yere gidemiyorum. Saçmalamak mı bu, saçma bir romantizm mi, Dadaist bir dışavurum mu? Aman, kime ne!

Kimse bana demesin, sen intihara meyillisin. Selim Işık mıyım ben? Sadece koyu bir “Atay’ist” sayılırım, o kadar. Hâlbuki 29 yaşında Nilgün Marmara, el sallamış hayata. Bir şiiri geldi bak aklıma: “Durma burada artık uysal âşık / Aydınlık milinin yatağında / Bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı / Anlayamıyoruz var olduğumuzu gölgesinde ağırbaşlılığının”.

Şair burada bayrağa seslenmiyor, aşikâr. Ben miyim uysal âşık? Ben miyim meşe ağacı, gölge, ağırbaş? Karışıyor işte. Geceler uzun Kuzey yarım kürede. Kaldırım soğuk, kediler uykuda, yapraklar yerlerde, müzik yok. Şiir bir, nedir?

“karanlığı geçelim / karanlığı geçelim / ne uyku / ne ölüm / hem uyku / hem ölüm”. Katılıyorum sana Asaf Halet Çelebi. Sen büyük şairsin, diğerleri duymasın. Karanlığı bana geçirtebilir misin? Ha-ha. Uykum gelmiyor ama. Ölesim hiç yok. Hiç, “yok”tan iyi midir?

O zaman şimdilik yeter bu kadar mola hayattan. Sonsöz olsun. Daha fazla yakmayayım canımı, sol kolum sağ olsun! Bir güzel bağırayım Arkadaş, bir güzel “Merhaba Canım”: “ben az konuşan çok yorulan biriyim”

Bisiklete biner, kendi içimdeki inime giderim.

(Gayrı.)

29 Kasım 2010 Pazartesi

Haydarpaşa: Gülünün Söndüğü Akşam Üstü Beş Çayı Suları



Efendimmm,

Malumunuz dün Haydarpaşa yandı. Bir anlığına Haydarpaşı’nın ne gibi entrikalara, kumpaslara, tarih turizmlerine malzeme olma ihtimalini unutalım. Biz, yangından sonra tecrübe edilen, garip bir mevzudan bahsetmek istiyoruz.
Haydarpaşa yangınından iş çıkarmaya çalışanlar var: Haydarpaşa milliyetçiliği, Haydarpaşaseviciliği zamanındaymışız haberimiz yok. Haydarpaşa hala İstanbul’un biricik nişanesiymiş, unutmuşuz. Tamam, 60’lara kadar İstanbul’a başka bir ulaşım istikameti olmadığından, “istanbul’a şah olmaya gelenlerin” giriş kapısıydı Haydarpaşa. Ama ya şimdi?

Haydarpaşa yangınından sıcak kareler almaya çalışanlar, yangın fotoğraflarının kadrajına bile martısız bir Haydarpaşa konduramamışlar. Şimdi martılar yetim kaldı diyenler bile var. Yahu biz mi yanılıyoruz yoksa, bu Haydarpaşa, Kadıköy vapurunun istikametindeki zorunlu duraklardan biri değil miydi? Haydarpaşa -bir durak olarak varlığıyla-hepimizin kitap mitap karıştırırken Kadıköy’e vardığımızı sanarak infiale kapılmamıza neden olan yer adı değil miydi? Haydarpaşa dediğin sadece gayri ihtiyari mutsuzluk değil midir?

O değil de, eski yangınlar da kalmadı? Nerede o Nazım’a ilk şiirlerini yazdıran yangınlar, nerede o sabık yalı yangınları, yangın temaşaları!! Nerede he, martı he martı. Haydarpaşa he Haydarpaşa. He he “simgemiz” yanmış.

— Hypocrite lecteur, — mon semblable, — mon frère!

28 Kasım 2010 Pazar

Pavese ve Bedensel Acılar

Yaşama Uğraşı'nın 12 Ocak 1948 tarihli sayfasında Pavese şöyle der:

"Küçük bir ameliyat insanın canını bu kadar yakarsa..."

Yani üstat diyor ki, üç buçuk atıyorum. Sözler değil eylem ama nasıl olacak? Canım acır lan.

Yani biz diyoruz ki, üstada bu korku ancak 2 sene yetmiştir.

Tıpkı Jules et Jim'de dedikleri gibi: "Tanrım bütün ruhsal acıları yağdır; ama bedensel acılardan vareste kıl beni"

Bu söz de Oscar Wilde'a aittir.

"Kadınlar düşman bir ırktır, Almanlar gibi" Pavese.

"Tatlı rüyalar" Çetin Baskın.

27 Kasım 2010 Cumartesi

"Her Şey" Ayrı Yazılır. "Vatan" ise Apayrı!

"Askerlik yapmış olanlar bilir, yapmamış olanlarımıza da binlerce kez zorla anlatılmıştır; talim sırasında yürüyüş temposunu sağlamak için ya marş söylenir, ya da slogan atılır. Bu sloganlardan biridir 'her şey vatan için'. Ben askerlik yaptığım zamanlarda bu sloganı 'her şey Hasan için' diye atardı bizim bölük. Hasan eğitim çavuşumuzdu; ilkokulu bitirmiş, karadenizli, ufak tefek, sarışın, çakır gözlü bir delikanlı. Biz ise üniversite mezunu, okumuş-yazmış, 'dört aylık'lardık, hemen hepimiz otuzlarımızdaydık. Tabii ki alay içinde sağa sola yürürken tuhaf sloganlar haykırmak zorumuza gidiyordu, kendimizi sakil hissediyorduk. Ama biz o sloganları atmazsak, zavallı Hasan cezalandırılıyordu, çünkü subaylar zaten kısa bir süre için orada bulunan, çoğu da sivil dünyada 'faydalı ilişkilere' dönüşmeye namzet dört aylıklarla dalaşmak istemiyorlardı. O yüzden Hasan bize yalvarır dururdu, 'abiler, n'olur, benim hatırım için bir 'her türk asker doğar!' deyin' diye. Biz de o zaman, Hasan'ı kırmamak için 'her şey Hasan için!'diye bağırırdık yürürken. Hasan bu defa da subayların söyleneni anlayıp onu sorumlu tutacaklarını sanarak iyice dehşete düşerdi."

Bülent Somay - Tarihin Bilinçdışı

"Onuncu Yıl Marşı"na "İnce Ayar"

"temir ağa"larla ördük halayımızı dört baştan

25 Kasım 2010 Perşembe

Turistleri Neden Öldürmeliyiz?

Çünkü turisttirler de ondan
çünkü beş litrelik bidonlar taşırlar
su niyetine
gider her sokak başında
çocukların gözlerine bakarlar objektifleriyle
ama bilmezler
her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuğun olduğunu
tutar elden düşme bir martının
izini sürerler bir vapur gezisinde
sırıtırlar olur olmadık, rikkatsizce
sahi siz Turist Ömer hariç
bir turistin ağladığını gördünüz mü hiç?




meraklısına not: iki ve üçüncü dizeler şoreş'e aittir. Ayrıca değerli tebellüşlerinden ötürü de müteşekkirim kendisine.

şiir ölmemiş lan!

22 Kasım 2010 Pazartesi

Ayakkabısını Bağlayamayan Yazarlar Aranıyor

"Sabırlı bir ruh çözümleyicisi çıkıp da, bana şöyle bir soru, niçin yazdığım sorusunu sorsaydı, böylesine önemsiz, biraz da saygın olmayan bir şey yapmaya, ne zaman, nasıl olup da karar verdiğimi sormakta direnseydi, şöyle yanıtlardım: hiçbir zaman yazmaya karar verdiğimi sanmıyorum, ama gene de soruya yanıt önerecek bir anı, bir ipucu bulunabilir. Yeniyetmeliğimi kurcalarsam, hatta kurcalamadan bile, şu anım: ayakkabılarımın bağcıklarını bağlayamayışım; a, evet, bana kalırsa onları doğru bağlıyordum. Ne var ki on dakika geçmeden, düğümlerin hepsi çözülüyor, sarkan bağcıklara basıp sürçmeye başlıyordum. Küçültücü bir şeydi bu: annem, babam, arkadaşlarım, ayakkabılarını bağlamayı beceremeyen şu oğlancığa -benim gibi gülünç bir sözcük- sevecenlikle takılıyorlardı.
...
Ayakkabılarımı bağlayamıyor muydum? Öyleyse kitaplar yazacaktım ben de.
...
Ayakkabılarını bağlamayı öğrenen kişi, ruhbilimcilerin 'gerçekleştirilmiş' dedikleri bir yaşam ummayı hak eder. Aile kurar, belki de parlak bir meslek edinir: generaller, bakanlar, toplumbilimciler, yol mühendisleri, sorunu doğru çözmüş olanlar arasında sayılırlar."


Giorgio Manganelli

Hafta

pazar
pazartesi
pazartesitesi
pazartesitesitesi
pazartesitesitesitesi
pazartesitesitesitesitesi
pazartesitesitesitesitesitesi

20 Kasım 2010 Cumartesi

Sinema işte garip şeyler

Taşrada Diyaloglar 1

Ali Kemal: "Belgesel ama kurmaca tarafları da var."
Abdullah Yaşa: "Kurmacalı belgesel..."
Ali Kemal: "...."
Çetin Baskın: "Bu kadar yıldır İstanbul'dayım böyle bir şey duymadım."
Abdullah Yaşa: "...."

Ağca, "anlatıbilim"e yeni açılımlar getiriyor:

Mehmet Ali Ağca yazdığı otobiyografik kitabını kendi ağzından değil, üçüncü tekil şahıs gibi yazmış. Bunun nedenini de şöyle açıklıyor:

“Olaylar daha net anlaşılsın, objektif bir bakış açısı hâkim olsun amacıyla, birinci şahıs diliyle değil, üçüncü şahıs diliyle kaleme aldım. İnsanların ‘Bu adam ya çıldırmış olmalı ya da uluslararası bir entrikanın içinde rol yapıyor’ diye düşünmeleri mümkündür.”

16 Kasım 2010 Salı

Penye ile Hakikat arasında bağ var imiş biz burada yoğ iken

Penye ve Hakikat

iyiydik. penyelere inanıyorduk
doğum günü şarkılarına, pastalara ve mumu üfleyen kişiye
iy ki doğmuş olmanın neşeli gerekliliğine
kimyaya, ölçü ve tartı aletlerine inanıyorduk
adı fatma, fatma'ya hemen inanıyorduk
sergio leona'ya, elektrik enerjisine
adı ali, ali'ye niçin inanmayalım

iyiydik
ikinci tokatları kültürel fark kuramıyla açıklıyorduk
birincisi doğaçlamaydı zaten
üçüncü tokat ama insan haklarına aykırı
insan haklarına inanıyorduk
john locke'a ve john wayne'e
bir yerden bir yere gitmeye inanıyorduk
montlara, pamuk tarlalarına, virginia tütününe

ölülerin yönetimindeki dirilerin savaşına
ama en çok penyelere
"lili marlen şarkısı ne kederlidir"
aldık, kabul ettik; çok kederlidir
buralarda bir yerdeydi, ona da inanıyorduk
her neydiyse zaten şüphe yok inanmamıza
el kameralarına, merhamete… reno toros'a
nerdeyse iman edecektik üretimden kalkmasa

iyiydik
penyelere inanıyorduk. monogamiye ve sürprizlere
sürpriz diyen bir ağzın kibirli büzülüşüne
bikini adasına ve bahçıvan pantolonlara
kremlere ve troçki'nin dürüst biri olduğuna nedense
kiraz zamanına, tanpınar' a
istanbul dünya başkentidir cümlesine ve kepekli pirince

kayıp kardeşlere, ölü dillere, mühendislere
kayıp kardeş fikrinde kulağa hoş gelen bir şey yok mu
jodie foster'a ; hep beraber
elmalılı tefsirine, bir kısmımız
çok azımız karabaş tecvidine

terlemeye, rutubete, madonna'ya
vatan değerli bir arsadır, millî emlakçılara
devlet demiryollarına ve halkın karayollarına
çift güllü yasin kitaplarına
mor beyaz afyon çiçeklerine değil ama
bir daha: çift güllü yasin kitaplarına

kendine iyi bak dileklerine; görüşürüz
niye görüşeceksek
şadırvanlara, antik dünyaya; roma ve üç kıtaya
sözleşmelere ve sosyal sigortalara
yerlere tükürmemeye
-göklere tükürebilirsiniz-
israiloğulları israilkızlarını öldürürken
iyiydik, penyelere inanıyorduk


Osman Konuk

Osman Seracettin Aydın'ın Masasındakiler

Edip Cansever'in masasına cevap var...Blog yazarlarının yakından tanıdığı, zaman zaman feysbuk statülerine yazdıklarıyla bizi bizden eden sevgili Osman Seracettin Aydın'ın masasında neler varmış neler....ahanda ilk defa ekmekmushaf'ta yayınlanan o masaya cevap şiiri;

adam masadan anahtarlarını aldı
boş bira şişesini aldı
kağıdı kelemi aldı
masa boşaldı
boşalan masayı doldurma ihtiyacı hisetti
...adam masaya düşüncelerini koydu
masa titredi
masaya amaçsızlığını koydu
masa sallandı
söyleyemeyip büyüttüğü aşkını koydu
masa devrildi

Sıradaki Türkü Âşık Veysel'den Geliyor

"Bir kız ile karşılaştım/Göz aldatan bir sinema/Gözlerine baktım, geçtim/Ben de oldum bir sinema.

Göçler gider, katar katar/Kimi alır, kimi satar/Okun doğrulamış atar/Batan oklar, hep sinema.

Bir an evvel geçen halım/Gözünden kaçtı maralım/Felek, çeviriyor film/İşte büyük bir sinema.

Şaşar Veysel bu ne haldır/Hakikat da hep hayaldır/Hayat filime misaldır/İşler güçler hep sinema."

Sigmund Freud'tan Bayram Mesajı

Id'iniz mübarek olsun.

15 Kasım 2010 Pazartesi

son şiirim çıktı aldınız mı?

üç vakte kadar üç nokta

noktalı bülbül ve
vir gül
merak ederler bir gün
biribirine paralel iki yatay çizginin uzayda
yan yana gelme olasılığı kaçtır?

*mehmecan yay.

12 Kasım 2010 Cuma

Soyunmak, Sadece "Soyunmak" Değildir

"Mevlevilik"te "soyunmak", çileye ikrar verip hizmet tennuresini giyinmektir. Dervişliğe karar verip, derviş kisvesine bürünmeye denir.

Bir Rüya

Okuduğum gazeteden başımı kaldırdım. Kapıdaydı işte.

“Dostoyevski’yi anlayamayacaksın hiçbir zaman!” dedi. “O aptal masanın arkasında oturup, yalanlarla dolu gazeteye kafanı gömmüşken yapamazsın bunu.”

“Yeter! Bıktım senden anladın mı, yeter. Dostoyevski falan umurumda değil artık! Anla beni. Lütfen.”

“Kendini kandıramazsın. Bunu çocukluğundan beri, başta kendini bir halt sanan ilkokul öğretmenin olmak üzere kim bilir kaç kişiden duymuşsundur ama gerçek bu işte. Kandıramazsın kendini. Ve kandıramayacağın için de anlayamazsın. Ne kendini, ne Dostoyevski’yi.”

“Hiçbiri zerre kadar umurumda değil. Şimdi çek git başımdan ve bir daha bu eşikten adımını atma!”

Kapıyı olabildiğine sert bir şekilde çarparak çıktı odadan.

Ve kapının kapanmasıyla telefonun çalması bir oldu.

“Alo?”

“Aklını yitirmişsin sen. Delirmişsin. Ama ne Dostoyevski kadar soylu bir akıl yitirme bu, ne de onun gibi entelektüel bir bunalım. Sen sadece ölmek istiyorsun. Bu rezil hayatı yaşayarak uzun sürecek bir intihar düşlüyorsun.”

“Seninle konuşmak da istemiyorum. Çek git artık hayatımdan!”

Bu sefer ben sert bir şekilde kapatıyorum telefonu. Ahize, paramparça oluyor.

Gazeteme ger i dönüyorum.

“Soysuzluk senin kanında var. Sen köylüsün. Senin baban okuma yazma bile bilmiyor. Sen ne yazarsan yaz, seni en iyi tanıyan insan seni okuyamayacak bile. Gerçi sen şimdi babandan nefret ettiğini de söylersin! Bu durumun için de ‘Patetik’ dersin. Entelektüel olmak için günlük dilde kullanılması gereken en önemli kelimelerden biri: Patetik!”

Yeter, yeter, yeter!

Gazeteyi bir kenara fırlatıp, masanın çekmecesini açıyorum gayrı ihtiyari. (Ve olağanüstü bir hızla.) Elimi çekmeceye sokup, kötü bir film oyuncusu gibi silahı yavaşça çıkartıp, namluyu anlıma dayıyorum.

Hayır, hayır. Bu bir silah değil. Bir balta.

Raskalnikov?

9 Kasım 2010 Salı

Dorian Gray'in Mütereddit Kişiliği

(Düşünür): Bugün erken yatayım, yarın sabah çürürüm.

Anlam Meselesini Sorgulayan Akrostiş Şiir

Antare kantere pompore

Nerelere derelere terelere

Lombak tombak tiktak

Arabesk kavşak yavşak

Mala dala fala

Kara yara yala

Akıl çakıl takıl

Darıl yarıl marul

Ankara tankara punkara

Rambada rumbada Rimbaud’da

İyelik üyelik metelik

Nerelik buralık oralık

Solucan alıcan öpücen

Atacan tutucan katecen

Nevşehir Kırşehir Eskişehir

Ilışır yenişir tepişir

Novalis tetris polis

Halis mulis teslis

Amin dedin demin

Yatın kalkın edin

Artık yırtık kıldık

Tıkıldık sıkıldık darıldık

Istakoz zırtapoz menopoz

Narkoz takoz çakoz

Isı kızı kuzu

Zuzu tuzu suyu

Engels çengels döngels

Hegels tekels temels

İlet bilet jilet

Rulet medet evet

Eski keski iski

Diski riski viski

Erkek topkek çiçek

Neyek kimek tamek

Boru soru koru

İru yaru karu

Rakun bakun yakun

Kalkun dalun yalun

Ahmet Mehmet Saffet

Vakfet terk et sabret

Rize size bize

Aze taze yarze

Moloz toloz uloz

Yuroz koloz foloz

Oy boy toy

Koy soy doy

Tutunamayanlar kutunamayanlar dudunamayanlar

Utanamayanlar atanamayanlar ağlarsaanamağlar

Risk budur.


(NOT: Akrostiş cümlesi, Tutunamayanlar sf.403'ten alıntılanmıştır.)

31 Ekim 2010 Pazar

Bodler Bodler dediler!

"Belki kendisi için bir talihsizlik ama Baudelaire çağdaşımızdır" Jameson

"Belki kendisi farkında değil ama Bodler abimizdir" Baskın

"Bodler akıllı olsun, akıllı!!" Oruç

18 Ekim 2010 Pazartesi

(katilime açık mektup)

oscar wilde ne diyor: "for each man kills the thing he loves, / yet each man does not die."
yani, ne diyor bu adam: "çünkü her insan öldürür sevdiğini, / gene de ölmez insan."

o zaman bu dizelerden ne çıkartıyoruz? çıkartabiliyor muyuz?

atay olsa şöyle derdi heralde (ki demiştir de): "bir küfür ederim, senin bile yüzün kızarır."

12 Ekim 2010 Salı

Teorisyenleri Nasıl Bilirdik?

Selam sana dünyanın en sığ insanı!


Dur bakalım... Althusser ya anasını ya da karısını kestiydi. Lacan papyon takıyordu. Freud purosunu ağzından eksik etmezdi. Foucault'nun ilacı olası önce kendi başına sürerdi. Marx hizmetçisiyle aşna fişna. Lenin frengiden öldü. Bakunin desen, ömrü hayatında berber görmedi. Haa, bir de Oedipus var. Pezevenk anasıyla yattı, babasını boynuzladı! Abi, Proust da ibneymiş zaten!

Aşk ve Hikmet Üzerine bir Diyalog

Feridun Attar: "Surete tapınmayı sanat edinen, nasıl olur da sıfatı düşünebilir"
Çetin: "Hocam yani, önemli olan ruh güzelliği mi diyorsun"
Recep İvedik: "Ama, gel gör ki hocam, ruhlar aleminde de yaşamıyoruz"

(Bu yazı ekmek kuram'da yayımlanmıştır)

10 Ekim 2010 Pazar

bol intihalli (plagiarism) ve genç piyanist b.'nin dayanılmaz sıkıntısından mülhem bir alıntısal ve şakasal metinsel

Hesap. Hesap. Hesap. Dönüp dolaşıp: Moment. (Oysa, kimse birbirini öldürmez moment yüzünden.) Hesaba inanmıyorum. Hesaptan nefret ediyorum.

Sıkıldım. Sokağa attım kendimi. Bir sigara yaktım. İlk nefesle birlikte aklıma geçen gece gördüğüm rüya geldi:

Bir Sovyet uçağıyla şehrin üzerinden uçuyoruz. (Şu yanımda oturan Stalin değil mi?) Uçağın gövdesi orak-çekiçlerle dolu. Oturduğum apartmanın üzerine geliyoruz. Ben, ikinci bir “ben” olarak uçağı balkonumdan seyrediyorum. “Komünistler geliyor!” diye geçiriyorum içimden. “İyi ya, ben de komünistim zaten!”. Maksim Gorki peydah oluyor birden balkonda. “Eğiliminiz nedir?” diye soruyor. “Sosyalist.” kelimesi çıkabiliyor sadece ağzımdan. Gorki, katıla katıla gülmeye başlıyor. Sonra yine uçaktaki “ben” oluyorum. Yanımda oturan Stalin, kısık bir sesle soruyor: “Şiir sever misiniz?”. Bilmem.

STALİN: “When the voices of children are heard on the garden / And laughing is heard on the hill / My heart is at rest within my breast / And every thing else is stil”

PİLOT: Buğra Bey, evinizin balkonuna iniş yapmak zorundayım.

BUĞRA 1: Ama nasıl olur, kocaman uçak hiç balkona…

PİLOT: İniş izni istiyorum Maksim!

(Uçak güvenli bir iniş yapar balkona. Buğra 1, Stalin ve Pilot inerler.)

BUĞRA 2: Hoş geldiniz yoldaşlar!

GORKİ: Buğra yoldaş da bizden Jo, kendisi sosyalist! Ha-ha.

BUĞRA 2: Ayakta kaldık. Salona geçelim en iyisi.

(İçeriye girerler. Salon epey kalabalıktır ve müzik çalarda Puccini’den “Madame Butterfly” çalmaktadır.)

BAUDELAİRE: Ey gece! Ey serinlik getiren karanlık! Benim için bir iç bayramın belirtisisin sen, sen bir bunaltıdan kurtuluşsun!

Sigaramın son nefesini çektim ve attım izmariti. Bu kadarını hatırlayabiliyordum rüyamın. Sonrası silinmiş sanki hafızamdan. Ya da ben unutmak istemiştim ve unutmuştum. Ah, kendimi de unutabilsem. Bu şehirde bana yer yok artık. Her şeyi unutup, bir kenara bırakıp başka ülkelere gitmeliyim. Her tarafı yeşil olan ülkelere. (Belki o ülkelerde 23 Nisan’da bir saatliğine diktatör yaparlar beni!) Belki o ülkelerde büyütürüm kendimi, içimdeki çocuğu. Ben piyanist olmak, besteci olmak istiyorum. Ülkemin sorunlarını çözmek istemiyorum. Ben Chopin olmak istiyorum. Ezik ve aşağılanmış bir mühendis olmak istemiyorum. Ben momentten anlamadığım gibi, kendimden de bir şey anlamıyorum. Ben, yalnızlığı istemekle…

(Bir sigara daha yakar. Sokağın köşesinden dönüp gözden kaybolur.)

8 Ekim 2010 Cuma

okuduğu kitaptan etkilenen okur

Pamuk kardeşimin son çıkan kitabını ("Manzaradan Parçalar - Hayat, Sokaklar, Edebiyat") okuyorum bir parkta. Daha yeni başlamışım, pek de hoşuma gitti, okuyorum öylece.
Kitabın "Sandviç" başlıklı bölümüne gelince, karnımın aç olduğunu hissediyorum. Ama "Önce kelime vardı." şiarına uygun olarak "okumak" eylemini öncelemeliyim. (Atay'a kalırsa "önce yalnızlık vardı.". Ben de yalnızdım zaten kocaman parkta. Ben zaten hep yalnızım. Neyse, özel hayatıma girmeyeyim!)
Pamuk, çocukluk anılarından yola çıkarak genel bir Türkiye tahliline girişip, ülkemize "sosisli sandviç" ve türevi yiyeceklerin girişinden ve insanlarımızın bu yiyeceklere karşı tutumundan dem vuruyor. "Dışarıda yediğimiz sucukların, köftelerin ne etinden yapıldığu yalnız annemin değil, bütün orta sınıf annelerin korkulu rüyasıydı." diyor ve dışarıda yemek yemek "yasağı" sonucu oluşan suçluluk duygusu ile karışık hazzı anlatıyor. "Yemeğin pisi asıl lezzetli olur!" sloganının sahibi arkadaşlarından (bu arada bu slogan-cümle, "kötü çeviri" kokusu yaymıyor mu etrafa?) bahsederek, suç işliyorcasına yenilen köfte-ekmeklerden bahsediyor.
Bir yandan da ben fakir, acıktıkça acıkıyorum. Sanki ilahi bir ses "Önce mide vardı!" diyor ve guruldamaya başlıyor karnım.
(Ve tabii klişe sonuç: En yakın sandviç yapan büfeye gidip "Yengen" yemek.)

6 Ekim 2010 Çarşamba

İkinci Bir Emre Kadar Kullanılması Yasaklanan Kelime ve Mefhumlar

Selam gençler,

güzide entelektüel ortamımızın halinin ne kadar içlerin acısı olduğu malumunuz. En değersiz cümlelerle kirletilen kelime ve mefhumların hesabını bıraktık, yas tutuyoruz. Biliyoruz, bir süreliğine zorlanacaksınız; ama zamanla alışırsınız. İkinci bir emre kadar aşağıdaki kelime ve kavramların icazet alınmadan kullanılması yasaklanmıştır:

1) sürreal
2) postmodern
3) sembolik
4) imgesel
5) simgesel
6) nesnel
7)alameti farika
8) nev-i şahsına münhasır
9) metafor
10) imge (dağırcınızdan çıkarın bunu, yazık ama)
11) background
12) sound
13) plan-sekans
14) futuristik
15) varoluşçu
16) metafiziksel (o neyse?)
17) auteur
18) Heiddegger

5 Ekim 2010 Salı

hangimiz "devrimci" olmazdık ki şu fani dünyada!

"Evet ben de bir zamanlar Murat'la birlikte toplumu kurtarmak için az çalışmamıştım. Gençler, bir zamanlar böyle işlerle uğraşıyorlardı; ben de gençtim."

oğuz atay - Eylembilim

1 Ekim 2010 Cuma

Altın Portakal'a Büyük Protesto!

Son filmini Altın Portakal Film Festivali'nden çekme kararı alan ünlü İtalyan yönetmen Ferzende Dividi konuyla ilgili şöyle dedi;

"Le Corriera della sport notte bacio cogito dante aligari"

mealen; Ödülü fallus şeklinde olan bir festivale katılmaktan imtina ederim.

Bedbin Önsöz Yazarı



Bu adam 200 sayfalık kitaba 100 sayfalık önsöz yazar, sonra bunun adına "sunum" der. İşbu adam, entelektüalizmin yarıklarından biri olan önsüzü okuma ihtiyacından faydalanır. Misafirperverlik nosyonundan faydalanan ev sahibi: Bunlar, bir çay daha içirmeden, on sayfa daha okutmadan hiçbir yere bırakmazlar adamı.

Mevsimlik Enteller İçin Filmekimi Önerileri

* ลุงบุญมีระลึกชาติ yani(a.k.a.) Amcam Önceki Hayatını Hatırlıyor

Yön: Api... W...kul

* On Tour (Turne)

Yön: Mathieu Amalric

* Of Gods and Men (İnsanlar ve Tanrılar)

Yön: Xavier Beauvois

* Everything Will Be Fine (Her şey Güzel Olacak)

Yön: Christoffer Boe

* The Illusionist (Sihirbaz)

Yön: Sylvain Chomet

* Film Socialisme (Sosyalizm)

Yön: Jean-Luc Godard (Boru değil)

* Certified Copy (Aslı Gibidir)

Yön: Abbas Kiarostami

Teorik Yerleşik Fikirler Sözlüğü

Bu çalışmamı canım Flaubert'e ithaflı-yorum!
(Alibeyköy, 2000filan)


the gaze: senin şu canlacan beni öldürüyor, abi!

dandy: bir moda kuruluşunda modernlik yapandır.

benjamin: Modernizminizin ışığı yanıyor mu? (Zaman sürünür, olaylar keza)Yanmıyor mu? Sizi, Baudelaire'e bağlıyorum.

29 Eylül 2010 Çarşamba

camus'nün "tek felsefi sorun"una bir soru

"nahr", boğazın alt kısmındaki çukur demek.
"intihar", iftial vezni yapısında bu kelimeden türetilen bir kelime.

bu etimolojik çıkarıma göre:
"intihar etmek" sadece boğaz kesilerek mi gerçekleştirilir yani?
belki de.
bilemem, hiç intihar etmedim.

(bir de şöyle ilginç bir site varımış hele: http://www.intihar.de/)

28 Eylül 2010 Salı

Saçların Dökülmüş Schopenhauer

Kızlar neden entellere va(e)rmaz?

"Kadınları büyüleyen şeyler, özellikle irade kuvveti, kararlılık ve cesarettir. Namuslu olmanın ve iyi kalpliliğin de kadınlar üstünde olumlu etkisi vardır. Öte yandan, babadan kalıtım yoluyla çocuğa geçemeyeceği için, enteleküel üstünlüklerin, kadınları doğrudan doğruya etkilemedikleri görülür."

Schopenhauer / Aşkın Metafiziği

24 Eylül 2010 Cuma

Godard'ın Vaftiz Babası

40'lı yıllar... Fransa... Savaş sürerken.

İç / Gündüz / Sınıf

Godard'ın ilkokul örtmeni: Senin adın da Godard benim adım da Godard, senin adın bundan böyle Jean Luc Godard olsun.

Godard (iç ses): Artık yönetmen olabilirim.

Kooperatif -Peyote-Araf Arasında

Herkes çorba içerken biraz varoluşçudur.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Kadir İnanır'dan çarpıcı açıklamalar

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1020189&Date=22.09.2010&CategoryID=82

Kadir İnanır işbu ropörtajındaki beyanatları üzerine ekmekmushaf'a özel şunları söyledi;

-Kosmos'daki Battal karakteri benim. Reha Erdem benim şeker sevdiğimi çok iyi bildiğinden o karakteri benden esinlenerek yazdı.

-Walter Benjamin'in Baudelaire'e atfettiği flaneur aslında benim. Paris benim için her zaman can sıkıcı bir yer olmuştur.

-Kafka'nın Dava'sındaki K, Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ındaki C (K diye okunur) benim.

-Bülent Somay'ın dilinden düşürmediği fallusun ta kendisiyim.

-Pulp Fiction filminde çantanın içinde benim beyaz atkım vardı.

-Lost In Translation'da Bill Murary'ın Scarlet'in kulağına "Kadir İnanır sence de çok iyi bir oyuncu değil mi" dediğini biliyor muydunuz?

-Yeni Dalga'nın fikir babası benim aslında.

-O hikâyedeki mal benim.

İki fotoğraf arasındaki farkı bulunuz: Javier Bardem


21 Eylül 2010 Salı

İbn-i Pop Saat-i

bu sıralar evimizi şenlendirmekte olan, hoşbeşli yazarımız doğu; "alibeyköy'de üç'den fazla olmamak şartıyla dört'ten az ekmekmushaf yazarı olur!" önermesiyle karşımıza santraldeki starbucks' ın önünde çıkmıştır.

kendisinin yaz aylarındaki şarkütörlük deneyimini ise; http://ekmekmushaf.blogspot.com/2010/09/sorese-upps-kotu-ezildimen-iyisi.html şu yazının birinci satırındaki pop alıntısından anlayabiliyoruz diyim...


neyse; "tasavvuflu pop yavşaklıktır"


not: mr oruc' un bir şarkıyı aklında tutma olasılığını ise seviyorum.


"görsen o kadar güzelki"

şoreş'e "upps! kötü ezildim,en iyisi defolup gideyim ben" dedirtecek yanıt

(yanıt verilesi yazı için bakınız: http://ekmekmushaf.blogspot.com/2010/09/hande-yenerden-arabiye-bir-sehir.html)

demet akalın'ın "aşkın açamadığı kapı, kanatlanıp uçamadığı yer mi var?" cümlesi ya da nazım hikmet'in, kötü olduğunu düşündüğüm ilk şiirlerinin hepsinde uzun uzun belagat geviş getirebiliriz.

islam geleneğinde çelişkili politik tutum bolcanadır,(selam çetin, yazı yazmayınca 'mekruh' kelimesini kullanmıyorum bak) ama bu adamlar fazlaca "hayır ve şerrin ötesinde"dirler, "mutezile" bir takıntıdır. Vasıl bin Ata tamamen öyle. İbni Arabi, en azından estetiğiyle durumu kurtarıyor; Gazali ise "Hüccet'ül İslam" olmasıyla. - Tasavvufî meseleleri Hande Yener'den önce o keşfetmişti:)-

bütün bunları bir yana çekip şöyle de diyebilirdik: "bu aşk bir bahri ummandır, buna haddi kenar olmaz"

Hande Yener'den Arabi'ye: Bir Şehir Yolculuğu

Arabi de okuduk beraber,
Bağdat'ta da yaşadık
Sorun şehirlerde değilmiş
Çok geç Kavafis okuduk!


Şu güzide şiirimde ritim sorunu olduğunu iddia edenlere sesleniyorum: Yeter artık, edi bese! Sizin adınız da Kavafis olsa, sizde de ritim sorunu yaşardım!!

çetin'den baudelaire'e ağır istihza

"vay be, demek insan paris'te bile sıkılabiliyormuş!"


("paris sıkıntısı" kitabını incelerken)

20 Eylül 2010 Pazartesi

rembrandt ile "a.c.z." dersine giriş


öyle sofralar gördüm ki
insan kasları vardı tabaklarda
A. Cahit Zarifoğlu

7 Eylül 2010 Salı

eylül sıkıntısı

"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar.”
edip cansever -eylül'ün sesiyle
"Katılıyorum."
ben - eylül'ün sesine...(!)

5 Eylül 2010 Pazar

Woody Allen Presents: la o kafandaki nedir?

Kız: Gözlüklerin ne güzel, Woody'ninkilere benziyor (sevimli sevimli)

Erkek: Kaderim benzemesin (kork kork)

4 Eylül 2010 Cumartesi

Return of the Repressed

Sayın Başbakanım,
Sayın Valim,
Saygıdeğer Baruh Sipinoza,
Can Dostum Niçe
püşt Fırederik Ceymısın,
ve değerli basın mensupları, her şeyden önce,n'aber?

---konuşmanın devamı haftaya----


--Atay'a selamlar, ellerinden öpüyorum----

24 Ağustos 2010 Salı

Ben neden Orhan Pamuk değilim?

Bir kere doğma büyüme İstanbullu değilim
Heybeliada'da evimiz olmadı hiç
1958'de Boğazdan geçen Paşabahçe vapuru düdüğünü
benim için iki kez öttürmedi
her şeyden öte ben bu öttürmeler sırasında
hiç ürpermedim
ve en önemlisi ben bu şiiri üç dakikada yazdım.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Sıradaki şaka tüm arabeskşinaslar için geliyor

Fazıl Say: Arabesk dinleyenler yavşaktır!
Deli Emin: Ona bakarsan sen de hıyarsın.
Müslüm Gürses: Bana bach Fazlı, senin gözünü mozartırım!

19 Ağustos 2010 Perşembe

"in another life when we are both cats"

"Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşaratından yemeye de salmamıştı."

Hadis-i Şerif

"Miyavvvv..."

Lisan-ı Kedi

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Önsöz için Laforizmalar

1- Önsöz sadece kapıyı gösterir, kapıdan girip girmemek okuyucuya kalmıştır.

2- Önsöz, aracıyı günü geldiğinde unutturacak kadar kadim bir dostluğun vesilesi kılar.

3- Önsöz kimi zaman kitabın asıl yazarını gölgede bırakacak kadar büyük bir iştiyak ve şevkle yazılır, yani önsöz kraldan çok kralcıdır.

4- Önsöz okura yazarı pazarlayan muhabbet tellalıdır.

5- Şiir kitaplarına Önsöz yazılmamalıdır. Şairle okuyucu aracıya, mesajcıya muhtaç değildir. Şiire Önsöz yazmak demek; okura şair az sonra şu şu imgelerden bahsedecek demek; lümpenliktir.

6- Önsöz maça çıkmadan önce yapılan ısınma turlarıdır.

7- Önce önsöz okuru, sonra kitap okuru, sonra yazar daha sonra da önsöz yazarı olunur. Eğer yeterince varoluşçuysa Önsöz yazarı olarak kalınır.

8- Söz konusu kitapsa Önsöz teferruattır.

9- Kitap yazarı ile Önsöz yazarı arasında gizli bir mutabakat vardır ve el ele verip okuyucuyu kandırırlar. Kitap yazarı Önsöz yazarını refrans göstererek okuyucuyu ikna etmeye çalışır. Her halükârda olan okuyucuya olur.

10- Önsöz okuyucuya "otur bir çayımızı iç patron birazdan burda olur" der.

11- Okur nezdinde 'Önsöz'ü değil sonsözü söyleyenin lafı muteberdir. Sonsöz ne kadar iyiyse Önsöz o kadar işlevseldir.

12- Önsöz yazarı her ne kadar kitabın yazarını pohpohlamaya çalışıyor gibi görünüyorsa da alttan alta kendi Narcissusluğunu ispatlamaya çalışmaktadır. İyi bir yazar kendisinin Zeus olduğunu vakit kaybetmeden Önsöz yazarının suratına çarpmasını bilmelidir.

13- Sadece kutsal kitaplar 'Önsöz'e ihtiyaç duymazlar. İncil'in Hz. Musa 'Önsöz'üyle yazılan versiyonunu okudunuz mu hiç?

14- 'Önsöz'ü okumadan kitaba geçen okur, can havliyle, bir an önce kendini yazarın koynuna atmaya çalışır. Halbuki zevkli okur 'Önsöz'ün afrodizyak etkisinin farkındadır zaten.

15- Ezcümle; şu hayat varolması muhtemel başka bir hayatın Önsöz kitabına yazılacak Önsöz yazısı için bir Önsöz denemesinden başka bir şey değilse nedir?

15+1 - Met Üst'den geliyor;

"Binlerce Önsöz var".

5 Ağustos 2010 Perşembe

hal ve gidişat

Dev bir böceğe dönüşmesinden değil de, yatağından kalkabilmesi için ailesinden yardım isteme durumundan kaygı duyan Gregor Samsa gibi halim(iz).

niye / neden

"bir mendil niye kanar?"
edip cansever
"kar neden yağar, kar?"
hasan ali toptaş

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Benjamin

"Çünkü, nasıl ki insanın geleceği görmesini sağlama özelliğine sahip olduğu söylenen bitkiler varsa, aynı yetiye sahip yerler de vardır. Terkedilmiş yerlerdir bunlar ekseriya" Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlinde Çocukluk, 47.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Onur'u Alibeyköy'ümüzün Yağmurlarında Yıkadık, ama Çıkmadı

Gizli Şair Çetin'den Gündelik Kristalleşmeler (1)

* Kıyıya vurmuş balinalar gibiyim
bu sabah.

Romatizma

(Alibeyköy'ü sel basmaktadır şu anda)
Ve
O kadar güzelsin ki
birazdan yağmur başlayacak.


"You're So Beautiful Its Starting To Rain"
-Brautigan' dan mülhem.

Alibeyköy'de yaşam ve Alibeyköylülük üzerine bir giriş denemesi ve bastırılmışın geri dönüşü ve Zizek üzerinden Gerçeklik tahlili

İstanbulluların yüzde yüz onbeşi gibi -çok çarpıcı bir rakam- bizim de pek İstanbullu olduğumuz söylenemez. Zaten günümüzde İstanbulluluk pratiğinin Orhan Pamuk, Selim İleri ve Murat Belge dışında hiç kimse tarafından uygulanmadığı ve artık İstanbulluluğun Kartallılık, Pendiklilik, Erenköylülük ve Alibeyköylülük gibi İstanbul periferilerine kaydığı da âşikârdır(Onur çay koysana). Yalnız ve güzel ülkemizin pek Doğusundan İstanbul'a, bin atlı çocuklar gibi şen olmasa da mecburi ve iptidai savruluşumuz okurlarımızca bilinmektedir (Jens lekman'ın Pocketful Of Money parçası da çok güzeldir bu arada). Eskiden Haydarpaşa'dan İstanbul'a şah olmaya* gelenlerin eksen değiştirip İstiklal'e kız bakmaya geldiği zamanlardı. Sene...ben diyeyim 2005 sen de 2010. Ey okur anladık ki alışmayan göte Starbucks sandalyesi, batarmış. İlk zamanlar İstiklal'i hangimiz özlemedik ki. Gece 11'de eve metazori dönüşlerden (araba yok!) saat 10'da bile açık bir bakkal bulamamaktan muzdaripken hele İstiklal özlenmez mi? (burnunda tüter be adamın). Oysa şimdi çok mesuduz!

Bir yakasının Santral görünümlü Haliç'in boklu sularına diğer yakasının ise Semih Kaplanoğlu'nu bile kıskandıracak denli natüralizm şürekası ormana baktığı şu sıcak yuvamız bize yetiyor artık (Ahmet Hamdi bu esaslı cümleyi görseydi iftihar gözyaşlarına engel olamazdı sanırım).

Alibeyköy merkez gibi dört başı mamur ve taş çatlasın 600 metrekare bir çarşıya sahipken neden o bol sidikli istiklal vitrinlerini özleyelim ki? Nuran Tekel Bayii işletmecisi meşhur playboy Numan abi, Öz doy-doy dürüm ve lahmacun zinciri sahibi Metin Ustanın o hünerli parmakları, acı günlerimizin biricik dostu tesisatçı Hasan Ustanın o proleter elleri neyimize yetmiyor ki? Hele Alibeyköy'ün Mustafa amcası nam-ı diğer Hakkı Ustanın az karbonatlı çayları, tabureli değil de sandalyeli masaları ve sinema, edebiyat ve müzik hakkında ukelalık yapamayacağımız Alibeyköy bizim için tam bir elysium.

İnsan burada zaten saçmalamak istemez, çünkü; her dört kişiden beşi şair, beş kişiden ikisi kısa film yönetmeni ve her sekiz kişiden yedisinin bloglarında gündelik saçmalıklar öyküleri döktürmediği bir yerden bahsediyoruz.

Peki ya Alibeyköy'de başıma bir kaza gelir de kombi durup dururken F4 hatası verir, Onur sıcak yağı lavaboya döktükten sonra lavabonun hortumu cortlar, elektrik duylarını değiştirmek istersek ne mi olacak? Bütün felaket senaryolarını en az hasarla atlatacağımız Tansaş ve Tekzen ne güne duruyor? Bütün süfli ihtiyaçlarımızı giderebileceğimiz en mutena yerler sonuçta.

*Gurbet Kuşları ( Orhan Kemal ve Halit Refiğ)

25 Temmuz 2010 Pazar

ve sonunda nutkumuz da tutuldu ey sevgili okur!

sekiz saattir buraya bi şey yazmaya çalişiyoruz; sonunda "doksanbeşte bu sokaktan geçmediğimiz için çok üzgünüz" diyoruz.

edit: seviyoruz uleeen!!

Schopenhauer

"Women cleave to the present moment"
"Kadınlar şu ana sadık kalırlar"
"On Women", Schopenhauer.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Asansörde yapılması farz-ı ayn -evet farz-ı ayn ne olmuş boşuna mı medrese eğitimi aldık- olan şaka

Şakalar blogunda tek bir şakadan bahsedilmesi okuyucuyu şaşırtacaktır ama ey sevimli okur! asansör gibi vaktin mebzul olmadığı yerde şakalar da tek bir şakadan ibaret olacaktır elbette. Madem bu kadar bol keseden attık sıradaki şakamıza geçebiliriz.

Diyelim ki dört kişilik bir asansördeyiz. Binecek dört kişiden ikisi çok zayıf biri çok şişman diğeri ise bildiğin insan kilosunda olsun. Bu durumda iki yarımın ancak bir adam ettiği iri arkadaşın ise iki adam sayılacağı söylenerek, dört kişi sınırının hiçbir şekilde ihlal edilmeyeceği kavrukça teyit edilir. Ardından tabii ki asansörün kirli camlarına dönülecektir.

23 Temmuz 2010 Cuma

Gündemlik (Çay Sevdiğimizi Herkes Bilir)

Fazıl Say hakkındaki görüşlerini talep ettiğim Şoreş, şu açıklamayı yaptı. Pek de orijinal olmasa da, paylaşmak istedim: Hassiktir diyorum!

Onur ise şöyle böyle çarpıcı açıklamalarda bulundu: Ağbi evvela ben muntazaman Indie'yim. Benim için ne Müslüm ne de Fazıl yaşasın Kolin Kazım!

("-Köylüler verecek cevap bulamadılar-
Öyleyse sükut ikrardan gelir")

Kötü Bir Şair İçin Sahibinden Kiralık İmgeler (Tekmili Birden)

* Gönlümün periferisi

* Asma yapraklarının melankolisi

* Aylak bir adamın beyin jimnastiği

* Yersiz yurtsuzluk değil aşksız güçsüzlük

* Optimistik bir yaz gecesi

* Bu yılankavi haziran

* Marttan kalma nisan delikanlılığı

* Klostrofobik birliktelikler

* İki ada bir salon boşluğu

* İçimde dar vakit krizantemleri, geniş zaman akasyaları
yakalan zaman madlenleri

* Ketçap kangreni

* Geceden kalma yatak örtüsü

* Vileda karmaşıklığı

* Muntazaman bir aşka mütenahi bir ağıt

* Uzaktan hoş gelir karnaval curcunası

* Kendi halinde yaşayan ölüm

* Çevrimiçi ayrılıklar

Viski mevzuu

Bu blog sahipleri parayı buldukları an viskiye başlayacaklardır şimdilik ispirtoya bile razılar. (Ayrıca yalnız kalınca Bunuel filmi eşliğinde aysti içerler)

22 Temmuz 2010 Perşembe

Olur ki bir gün tanişirsak arkadaş olmakta mütereddit kalacağimiz insan isimleri


* Utku
* Olgu -Simge' ye selam-
* Bertuğ-Bertuğ Cemil' de çok fena-
* Kutay
* Sonu Can ile biten bütün insan isimleri - elbette Berkecan da dahildir-
* Sonu Su ile biten bütün insan isimleri
* Boru- böyle biri inşallah yoktur, olacaksa da Allah'tan temennim olmamasidir.-
* Avatar - Allah yazdiysa bozsun-
* Yalin - Şoreş: Yalin ne minaakoyim?-
* Aurelio- olmuşla ölmüşe de çare bulunmuyor be-

Şerefsizim devami gelecektir.

Metin Eloğlu'na Selam Edelim ey Canlar!

"İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor
Şair oluyor mesela"
("Lokman Hekimin Sev Dediği",Yine, sf. 128, Adam)

Metin abi, evvela selamünaleyküm. İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor: Aşık oluyor mesela.

Yazarları Tanıyalım



Merhaba, ben Şoreş. Arkadaşlara katılıyorum.




Merhaba, ben Onur. Indie'yim işte. "Onur, Onur it was really nothing"




Merhaba, ben Çetin. Kendimi bir cümleyle özetlemem gerekirse: Bahsedecek kayda değer hiçbir şeyim yok. "Akıp giden bu sokaktan başka".

Yeni Açılan Bir Blog İçin Biteviye Manifestolar

"Küllünefsinzaiketülmevt" (Enbiyâ 35)

"Böyle ölecekse, öldür o zaman sen de esrarı, esrar satan yalancı peygamberi öldür!" (Bahti'den alıntılayan Orhan Pamuk)

-O değil de- "her ölüm erken ölümdür" (Cemal Süreya)


* Bu blogun sahipleri "tatlılardan gofreti" ve kerhane tatlısını sever.

* Bu blogun sahipleri kurbağa sesleriyle uyumaktan hiç de naturalist bir zevk almazlar.

* Bloga sağ tıkla girilir; sol tıkla çıkılır.

* Bu blog -gayriresmi olarak tabii- Alibeyköy Esnaf ve Sanatkârlar Odası tarafından desteklenmektedir.

* Bu blog yazarlarının en sevdiği çocuk yıldız oyuncu Yeni Mahalle'den Cafer'dir.

* Bu blogun sahipleri taşrayı severler; lakin, sıkıntısına gelemezler.

* Bu blogun sahipleri Dünya Kupasında Kuzey Kore' yi tutacak kadar kaypaklardır.

* Bu blogun sahipleri o kadar uzun cümleler kurarlar ki bazen kendileri bile rahatsız olur. (abi o son paragrafı yazmayacaktık)

* Bu blogun üç hissedarından biri Indie; biri Entelektüalist; kalan hissesiyse baba mesleği olarak Flaneur'lük ile iştigal etmektedir- kahrol İris-.

* Bu blogun sahipleri, bu blogu kız tavlamak için açmamışlardır. (Şoreş için söz veremeyiz)

* Bu blogun sahiplerinden Çetin ikibinlerden sonrasını anlamamaktadır, Onur ise ikibinlerden sonrasından mürekkeptir. -Merhaba ben Şoreş, herhangi bir niteliğim yok-

* Bu blogun sahipleri kar amacı gütmemektedir. Ama ey Okur; bi ellilik atsan fena mı olur?

* Bu blogun sahipleri ne yardan ne de serden vazgeçerler.

* Bu blogun sahipleri için ana gibi yar Atay gibi yazar olmaz.

*Bu blogun sahipleri için "Freud diye bir şey yoktur". (Şoreş için söz veremeyiz)

*Bu blogun sahipleri "işin felsefesindedirler".

* Bu blogun sahipleri ufak bir tebessüme tamah ederler. (Merhaba ben Onur, bu cümle içerisinde mütemadiyen, tekzip, mevhum gibi kelimeleri sıkıştırmaya çalıştım, olmadı)

* Bu blogun sahipleri için dünya "bir rüya", kentler "görünmez", "sinema bir şenlik", "her şey sinirsel", edebiyat ise sadece "eğlenceli" değildir.

* Bu blogun sahipleri Metin Eloğlu'ndan manevi destek almaktadırlar: "Arif olan anlasın".

* Bu blogun sahipleri blogda dâhi kaynakça gösterecek kadar akademizm yanlısıdırlar. (Bu da böyle bi anımızdır)

* Bu blogun sahipleri "Aksaray- İstanbul" imparatorluğunu, "Barbarları Bekleyenleri", İsrail' e taş atmadan ölmeyenleri ve İstanbul' da Mimesis yazabilenleri sever. Tabii çay ve tütünü de. (Merhaba yine ben; Onur, bunu söylerken Şoreş kendini "tekzip" edercesine; Amerikanya' dan ithal Nescafe 3' ü bir aradasını yudumlayıp, Kaçak sigaracıdan aldığı Amerika'nın Tekel 2001'i olmaya namzet sigarasını tüttürmekteydi.)

* Bu blogda mütemadiyen "kendime gelemiyorum", "adlı kitabıma-yazıma hoşgeldiniz " ve "N'aber"le biten tez başlıkları çeşitlemeleri yapılacaktır. "Korkmayın", biz varız.

---Merbaha, yine ve yeniden ben yani Onur, çamaşır makinesini boşaltıp geliyoruz.---

* Okura Sesleniş: Göndermelerin üçte birini anlayamayan bir blog okuyucuysan ey okur, seni yan odaya facebook'tan statü tazelemeye, twitter'da saçmalamaya olmadı bir hava almaya o da olmadı Pierre Lotti'de bir çay içmeye davet ediyoruz.

* Bu bloğun sahipleri kimi okurlarına "asl?" diyecektir (elbette burada Şoreş'e seslenmekteyiz).

* Bu bloğun sahipleri Facebook'tan tanışmamışlardır.

* Bu blog bir tekke olsaydı şeyhi Met-Üst olacaktı.

* Bu blog bizim isyanımız olabilirdi.

* Bu blogta zinhar küfredilmeyecektir "amma lakin ki" (bu göndermenin zamanı gelmişti) hangimiz eşşek şakalarını sevmez.

* Bu arada, tabii ki; "Karagöz oynatmıyoruz, acı çekiyoruz burada". (ulen)

* Bu blogun sahipleri okurlarıyla yalnız kaldığında "kuzum" hitabını kullanmayı severler. (ve elbette bu şaka yapılmalıydı)

* Bu blogun sahipleri içlerindeki Kürde ve Yılmaz Erdoğan'a engel olamaz.

* Bazan çağrışımlar kötü şakalara yol açabilir. Okur üzerine alınmasın (amma şöyle dudak ucuyla da olsa gülümsese hani)

* Hepinizi seviyoruz.