21 Aralık 2010 Salı

Tefe'ül Gecesi

Masanın üzeri plastik bardaklarla dolu. Plastik bardakların içinde poşet çay artıkları, kullanılmış peçeteler, sigara külleri ve izmaritler. Birkaç tane defter, kalemler. İki tane öykü kitabı. Biri Zeyyat Selimoğlu'nun "Bahar Yorgunluğu", diğeri Tomris Uyar'ın "İpek ve Bakır"ı. Kitapların kalınlıkları hemen hemen aynı. Yalnız "Bahar Yorgunluğu" boyut olarak daha küçük. Ve bembeyaz bir kapağı var, "İpek ve Bakır"ın simsiyah kapağına inat. Plastik bardaklar gibi beyaz bir kapak. Az ileride duran yatağımın çarşafı gibi beyaz, yatağımın yanındaki pencereden içeriye giren sokak gibi yorgun. Ama ne sokağa çıkmak şimdi, ne de yatıp uyumak. Değil mi ki beyaz, değil mi ki sokak, değil mi ki kitap. Rastgele bir sayfa, rastgele bir cümle. Hem de ortasından!

"...rastgele bir yerinden açtı kitabı."

Sayfa onsekiz. Saat kaç, bilmiyorum. Sigara kokusu yükseliyor birden plastik bardaklardan. İçimden bir şeyler yapmak geliyor -ki bu zaten en büyük sorun da. Şey değil de, "-ler" olması. Tıpkı masa gibi: Bardaklar, küller, izmaritler, artıklar... Bırakıyorum "Bahar Yorgunluğu"nu masaya geri. Gerçek bahar asılı duruyorken yatağımın yanındaki penceredeki sokakta, yorgunluk da bana asılmaya meylediyor. Biraz daha mı sigara? Ben sigara içmem ki! Bu küller benden belki ama ya izmaritler? Yoksa karnım mı acıktı? Sabah kahvaltı etmemiş, öğlenleyin iki kâse çorba içmiştim Taksim'deki küçük lokantada. İki kâse çorba, iki lira. Bol ekmek. Masanın üzerinde bir de kalemtraş varmış, şimdi ilişiyor gözüme. "İpek ve Bakır" ın bir karış sağında. Tomris Uyar Hanım, siz bilin şimdi bakalım. Bu sefer sayfadaki ilk cümle.

"Bir gece yarısı dosdoğru İstanbul mu beni böylesine yoran?"

"Örneğin, Tomris Uyar'ın hiçbir öykü karakteri çiğ köfte yemez." demişti Yalçın Hoca. Ne kadar da "lümpen" değil mi çiğ köfte yemek! "Lümpen" kelimesi ne kadar entelektüel! Karnım aç demek ki, aklıma düştü çiğ köfte. Bu saatte nerden bulabilirim ki, çok saçma. Sokak, turuncu ışıklarla aydınlanan ağaç. Peki, Tomris Uyar'ın öykülerinde ağaç var mıdır acaba? Hatırlamıyorum. Masanın üzerindeki kalemi hatırlıyorum en net biçimde. Lacivert, 07 uçlu kalem. Yine lacivert, karton kapaklı bir defterim vardı lisede. Ne olmuştu o zaman, aşık mı olmuştum ne. Şiir yazmıştım bu kalemle o deftere bütün bir gece. Ne bir yorgunluk, ne bahar, ne bakır! Belki "İpek". Adı İpek olabilir mi? Çiğ köfte yer miydi? Bilir miydi Hz. İbrahim'i? Onu yakmayan ateşi, balıkları, Urfa'yı? Zeyyat Selimoğlu'nun öykülerindeki bir karakter geldi sonra, yanıma oturdu. Yok yok! Karnım aç benim.

"Bu, benim için çok kolay oldu. Çünkü ölmeye karar vermiştim."

Yatağıma uzanırken aklıma geldi bu iki cümle. Ne Tomris, ne Zeyyat'tan. Hem ne anlama geliyor ki hem "Tomris" hem de "Zeyyat"? Bilmiyorum anlamlarını, gerek de yok bana kalırsa o kadar. Gabriel Garcia Marquez'in de adının anlamını bilmiyorum, cümleleri geliyor ama aklıma işte. "Gabriel", "Cebrail" olmalı ama yanlış hatırlamıyorsam. Hem belki Marquez biliyordur çiğ köftenin tadını. Hz. İbrahim'i. Ateşi, suyu, balıkları, Urfa'yı, ölümü, Allah'ı, baharı…
Şimdi uyusam, karnım aç da olsa, uyusam.
Kolay olmayacak.

4 Aralık 2010 Cumartesi

ne "Bilge"siz, ne "Karasu"suz




"Yok canım, ne alakası var! Tabii ki, hayır." dedi kendinden çok emin bir sesle. Büyük koltuktaki her zamanki rahat oturuşu, hangi renkte olduğunun bir türlü ayrımına varamadığım gözleri, o gözlerle bana doğru bakışı ve konuşurken dudaklarının kenarında oluşan alaycı kıvrımlar da bir o kadar emindi kendisinden:

"Bilgeliğin karasularına ulaşmak için, tabii ki Bilge Karasu okumak tek başına yetmez!"

Orhan Veli'ye Nazire...

bakakalırım giden camus'nün ardından
ihtiyar adam'am kendimi ve denize, hemingway güzel
sartre'da ürkeklik var, anlayamam