25 Aralık 2011 Pazar

Ahmet Haşim: "göllerde bu dem bir MANGO olsam(!)"


"Şahsiyetinin büyük çizgilerinden biri, fantezi tarafıdır. Nadir, acayip, hususi çizgileri olan şeylerden hoşlanırdı. Mango meyvesi de bunlar arasındaydı; hiç görmemişti fakat çok sık bahsederdi."


Ahmet Hamdi Tanpınar




9 Kasım 2011 Çarşamba

edebiyat ve sonsuzluk


Micheal Ende'nin meşhur fantastik romanı "Bitmeyecek Öykü" bile bitiyorsa, gün gelir her şey biter-yiter gider...


26 Ekim 2011 Çarşamba

Van İçin Çadır Vakti

Selamlar,

şöyle bir durum var: http://hurdasanat.com/blog/?p=927

Her durumda sizden ricamız, eğer merakınızı celbederse, bu işin taliplerine ulaşmasına vesile olmanız.

Selam ve muhabbet,

Ekmek Mushaf Ekibi.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Hakikat Yolcusuna ve Bir Arkadaşa Bakıp Çıkacak o,Olana Bir Mesaj

Hakikat ve Hal kitabından bir not

Not 1:Bazılarınız burada hakikatı arıyormuş, o burada değil! taşındı gitti. Bize bir haber filan da bırakmadı. Hem ben ihtiyarım, rahatsız etmeyin beni. Hem hakikatı isteyeceksin hem de bunu bu parayı vererek yapacaksın. Hadi ordan! ben şimdi sana nerden bulayım hakikatı. İçerde filan da yok.

Not 2: Bilge ve ixtiyar bir teyzeden;

10 Ekim 2011 Pazartesi

Post-tweet Eleştiriler


Görüyoruz ki insanlar ellerindeki metinleri doğru düzgün okumuyorlar.
Okumayı da bırakın, bir de rahatlıkla "ahkam" kesiyorlar.
Hem de (kötü niyet gibi olmasın ama) amaçlarını da gayet ortalığa dökerek yapıyorlar bunları.

Neyse işte, ben çayıma bakarım!



2 Ekim 2011 Pazar

Kafa Dengi - İlk Bölüm

Gökdemir İhsan'lı yeni Kafa Dengi'nin ilk bölümünün ilk parçasıdır, gerisi de youtube'ta mevcuttur:



(Not: İzle, izlet, izletin, izlettirin, izzet altınmeşe!)




1 Ekim 2011 Cumartesi

Kafa Dengi

Gökdemir İhsan 1 Ekim Cumartesi (bugün) 23:30'da Kanal24'te Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf'la "Kafa Dengi" için vira bismillah diyor. Temenni ve eleştirilerinizi bekliyor. İzlemeyeni, paylaşmayanı, izletmeyeni dövüyorlarmış. İyi çalışın, sınavda çıkacak.

26 Eylül 2011 Pazartesi

İMKÂNSIZ ÖZERLİK / Türk Şiirinde Modernizm – YALÇIN ARMAĞAN



İnanıyorum ki, hepimiz şu konuda anlaşabiliriz: “Katı olan her şey buharlaşıyor.”
Marx’ın dünya literatürüne kazandırdığı bu olağanüstü güzel benzetme, “modernizm – modernite – modernlik (ya da her neyse)” söz konusu olduğunda, bu kavramların belirli bir tanımı olmadığından dolayı, hemen imdadımıza yetişir. Her tezin mutlaka kendi anti-tezini yaratacağının bir işareti olduğunu belirten bu söz, Yalçın Armağan’ın da kitabın girişinde belirttiği gibi bir semptom olarak “tanım direnci” gösteren modernizmi bize makul bir seviyede özetleyebiliyor.
İletişim Yayınlarının “edebiyat eleştirisi” serisinden çıkan “İmkânsız Özerklik – Türk Şiirinde Modernizm” kitabında da Yalçın Armağan, “muğlâk” bir kavram olan modernizmi anlatmaya kalkmadan, “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir tarihsel anlatı inşa ediyor bize. Kitabın sunuş yazısında belirttiği üzere “Türkiye modernleşmesinin estetik özerkliği imkânsız hale getirecek bir projeye sahip çıktığı” temel iddiasını tarihsel bir “moderleşme” hikâyesi üzerinden anlatıyor. Anlatırken de okura karşı “hace-i evvel” gibi davranmıyor ve böylece okur uzun-akademik bilgiler arasında dolaşmadan, asıl olan meseleden kopmadan ilerleyebiliyor.
Yalçın Armağan, Türkçe şiirde “estetik özerklik” olarak belirlediği sorunun Türkiye’de modernleşmeye bağlı olarak gelişen tepkilerinin üç parametresi olduğunu öne sürüyor kitabın giriş bölümünde: “Divan Edebiyatının İcadı”, “Halk Edebiyatının Keşfi” ve “Özerklik Karşıtlığı”. Bu üç parametreyi kısaca açacak olursak da, şöyle bir tanımlama getirebiliriz:
1- Yeniyi inşa etmek için gelenekten sıyrılmak isteyenlerin, bir “eski” olarak icat ettikleri – aslında hâlihazırda var olan – ve ötekileştirdikleri “Divan Edebiyatı”;
2- Yeni bir kamusal alan yaratmaya olanak sağlayacak, “avam” dilini öne çıkararak Batı modeli kabulünü örtecek bir keşif olarak “Halk Edebiyatı”;
3- Türkçe şiirde “İkinci Yeni”ye kadar göremeyeceğimiz özerkliğin, kimi zaman edebi kanonlarca, kimi zamansa siyasi iktidarlarla geliştirilmiş “Karşıtlığı”.
“Modernizmi Hece’lemek” başlıklı bölüme gelene kadar sorun tespitini oldukça güzel bir şekilde ortaya koyan Armağan, 19. yüzyıldan itibaren inşa edilmeye başlanan/başlanmaya çalışılan modern edebiyatın kronolojik bir dökümünü yapıyor. “Hece-aruz” tartışmalarından “Serbest Vezin”e; “Garip” şiirinden “İkinci Yeni”ye giden yoldaki arayışlara kadar sadece edebiyat bağlamında değil, aynı zamanda bir ülkenin modernleşme sürecine de paralel olarak tahlil ediyor durumu. Ve okura, Türkçe şiirdeki “İmkânsız Özerklik” meselesini apaçık bir şekilde sunmayı başarıyor.
Ve tabii ki kitabın asıl çıkış noktası olan “İkinci Yeni” şiiri. Kendisinden önceki şiir hareketleriyle arasındaki en önemli ve ayırıcı niteliğin özerk bir şiir dili inşa etmesi ve bu dile sonuna kadar bağlı kalması olan İkinci Yeni’nin, özerklik talebinde bulunması dolayısıyla kaçınılmaz olarak bir dirençle karşı karşıya kaldığını belirtiyor Armağan. Bu direnmenin asli nedeni olan değişimi ise şöyle özetliyor: “İkinci Yeni’yle birlikte Türkçe şiirde, ‘görev adam’lığından ‘şair’e, doğanın taklidinden doğanın yeniden formüle edilmesine ve kamusal dilden (dilin özel bir kullanımı olarak) özerk şiir diline doğru bir değişim yaşanmıştır.”
“İmkânsızlığa ayarlanmış” olarak nitelendirdiği İkinci Yeni’nin ortaya çıkmasının siyasi, toplumsal nedenlerinden ve tarihsel olarak temellendirilmesi meselesinden söze başlıyor Yalçın Armağan kitabın üçüncü bölümüne geldiğimizde. İkinci Yeni’nin estetik parametrelerini açıklayarak söze devam ediyor ve Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı” meşhur cümlesini alıntılayarak (Orhan Koçak’ın tabiriyle) “yeni edebiyatın kendisi” olan İkinci Yeni’nin içini açıyor bize.
Son olarak şunu belirtmek isterim ki, “İmkânsız Özerklik – Türk Şiirinde Modernizm” kitabında yapılan tartışma, Armağan’ın kendisinin de belirttiği gibi, yalnızca edebiyat dâhilinde dikkate alınacak bir sorun değil; bir “kültür”ün modernleşme sürecinde analiz edilmesi gereken bir sorun. Ki, Yalçın Armağan bu sorun analizini de layıkıyla sunuyor biz okurlara.


DOĞUKAN İŞLER
Ğ dergisi - Eylül-Ekim 2011, Sayı 13



25 Eylül 2011 Pazar

şiir yazma heyecanı ya da "hormonal" şairlik

Turgut Uyar: (...) Elli yaşından sonra da -tekrar söylüyorum- aynı heyecan var, ama daha temkinli bir heyecan.

Tomris Uyar: Daha "az hormonal" bir heyecan mı?

Turgut Uyar: İnsan hormonal etkilerle şiir yazıyorsa, o otuzunda biter.



("Güvercin Curnatası" - Cemal Süreya İle Konuşmalar, YKY - syf: 56 )

14 Eylül 2011 Çarşamba

11 Eylül 2011 Pazar

Lament for My Cock*

"Sağa baktım olmadı
Sola baktım olmadı
İlk kanı böylece akıttınız"



*1983'te yazılmış beynelmilel ağıdımız.

8 Eylül 2011 Perşembe

Tartışılması Yasaklanan Tartışmalar (I)



1) Oğuz Atay’ın herkes tarafından okunması ve buna kızılması gerektiği.

2) Filozofların çılgın-sıradışı biyografileri.

3) Hangi sigara markası daha iyi, tütün mü sigara mı?

4) Yurt dışına yapılan geziler. (Çarpı 5 kere yasak)

5) Gece içilen biraların sayısı.

6) Dekonstrüksiyon.

7) Deleuze.

8) Blanchot.

9) Sinema öldü mü ölmedi mi? (Herhangi bir şeyin ontolojisi)

10) O grubun demolarının, ipilerinin daha iyi olması.

11) Ülkenin karanlık gidişatı.

12) Mefisto’nun indirim yapmaması.

13) Münir Özkül öldü mü? (Tartışmasız en ölmeyen adam)

14) “Peki sen ontikle ontolojik arasındaki ayrımı biliyor musun?”

15) Ülkede artık kimsenin okumaması (ya da herkesin okuması)

16) Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?

17) Sattılar memleketi sattılar!!11 tartışması.

18) Küçük burjuva radikalizmini kabul etmek istemeyen gençler.

19) Bazı klasiklerin çok sıkıcı olduğu ve bunların okunmasa da olabilirliği.

20) Banu Güven.

21) Elle istimna.

22) Kemalizm.

23) Filmekimi.

24) Bienal.

25) Yan masada Fransızca kitap okuyan güzel kız (Münferit vakalarda izin vardır).

26) Mustafa Amca Jeans’in kalabalığı.

27) “Bu gece bizde kalırsın istersen (ama isteme)”

28) Bandista.

29) Halkın sığlığı. (Ve elbette sizin yüce duyarlığınız)

30) Neden bir eleştiri, felsefe, edebiyat, sinema, müzik, resim, heykel, enstalasyon,

torna, plastik sanatlar, şiir akımları geleneğimizin olmadığı?

31) Hu, beybi!



ps: Sinan Çetin'in 14 Numara filminde yer alan yukarıdaki sahneyi kesip bize gönderen Vanya Xalo'ya teşekkür ederiz.

Kaldırım Destanı



"Şunu bilmen gerekir ki dostum Sancho, tanrı beni bu demir çağında altın çağı geri getirmem için yarattı! Benim kaderim tehlikeler, büyük kahramanlıklar, yiğitliklerdir" Don Quixote, 168

Kaldırım Destanı'nı görünüz:

http://www.facebook.com/event.php?eid=244503585589122

Kaldırım Destanı'nı sahaflardan temin ediniz -galeri mekanında 10 milyonluk kitaplar indirimle 15'e satılmaktadır- :

6 Eylül 2011 Salı

İkinci Ağıt, Die Zweite Elegie, The Second Elegy

“Çünkü bizler duydukça azalıyoruz, bizler
geçiyoruz verdiğimiz solukla; közden köze
hafifliyor kokumuz. Belki biri çıkıp gelecek: Evet,
içimde kan oluyorsun, bu oda ve bahar seninle
doluyor… Neye yarar, bizi tutamaz o da;
onun içinde, onun çevresinde eksiliriz. Ya onlar, güzeller,
onları kim tutabilir? Yüzlerinde o görünüş
aralıksız belirip siliniyor. Bizim olan gidiyor bizden
sabah çimeninde çiy gibi, ısısı gibi
ısıtılmış bir yemeğin. Nereye, ey gülümseyiş? Ey bakış:
Yeni, sıcak, tutulmaz dalgası yüreğin:-
yazık: İşte buyuz biz. Dağılıp eridiğimiz evren
boşluğunda kalır mı ardımızdan bizim tadımız”

kaynak: Duino Ağıtları, “İkinci Ağıt”. Tercüman: Can Alkor

For we, when we feel, evaporate: oh, we
breathe ourselves out and away: from ember to ember,
yielding us fainter fragrance. Then someone may say to us:
‘Yes, you are in my blood, the room, the Spring-time
is filling with you’..... What use is that: they cannot hold us,
we vanish inside and around them. And those who are beautiful,
oh, who holds them back? Appearance, endlessly, stands up,
in their face, and goes by. Like dew from the morning grass,
what is ours rises from us, like the heat
from a dish that is warmed. O smile: where? O upward gaze:
new, warm, vanishing wave of the heart - :
oh, we are that. Does the cosmic space,
we dissolve into, taste of us then?

kaynak: http://www.poetryintranslation.com/PITBR/German/Rilke.htm#_Toc509812216

Denn wir, wo wir fühlen, verflüchtigen; ach wir
atmen uns aus und dahin; von Holzglut zu Holzglut
geben wir schwächern Geruch. Da sagt uns wohl einer:
ja, du gehst mir ins Blut, dieses Zimmer, der Frühling
füllt sich mit dir... Was hilfts, er kann uns nicht halten,
wir schwinden in ihm und um ihn. Und jene, die schön sind,
o wer hält sie zurück? Unaufhörlich steht Anschein
auf in ihrem Gesicht und geht fort. Wie Tau von dem Frühgras
hebt sich das Unsre von uns, wie die Hitze von einem
heißen Gericht. O Lächeln, wohin? O Aufschaun:
neue, warme, entgehende Welle des Herzens -;
weh mir: wir sinds doch. Schmeckt denn der Weltraum,
in den wir uns lösen, nach uns?

kaynak: http://www.rilke.de/gedichte/die_zweite_duineser_elegie.htm

1 Eylül 2011 Perşembe

Reçel ki trajik önderidir kahvaltının





İster Oğuz Atay sonrası oğlan çocuklarından olsun ister Kayıp Ümitler Prensi'nin (Fatih Özgüven'nin muhteşem Çağan Irmak yakıştırması) orta yaşlı ergen adamlar ailesinin fertlerinden olsun, her iki şecereye ait adamların yolları reçelle kesişiyor bir şekilde. Barış Bıçakçı'nın aynı adlı romanından uyarlanan Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmindeki Nihal'in zoraki sevecen genç kız tavırlarıyla evlerinde kaldığı eşşek kadar iki adama reçel-peynir karışımını sevdirmesine mükabil, İncir Reçeli filminde de filmin ismiyle müsemma trajik incir reçeliyle karşılaşıyoruz. Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var diyordu şair ama kahvaltı da reçelden ibaret değil ki arkadaş.

30 Ağustos 2011 Salı

Karl Marx ve Hz. Mevlana'dan Ortak Bayram Mesajı



-bianet, marksist.org ve dünyabizim.com gibi siteler yerine bizi tercih ettikleri için teşekkürü borç biliyoruz-

28 Ağustos 2011 Pazar

Psikanaliz

şimdi psikanaliz. masamda kuşlar yürüyor
bugünü yaşama arzusu varoluşsal psikoterapi
cezalı çocuk kapıyı yumrukluyor
vesikam hypatia'dan siyah heyaz
beyazında annem bakışlı bir kadın oturuyor
siyahı önlük diye giy giy eskimez
yakamdaki kola canıını acıtıyor
on kasım mı gelmiş atatürküm mü ölmüş güm güm
bir davul tokmağını dövüyor

bunlar kasımpatları sarı beyaz toplanacak
ölü aşklar aşık olamayanlar bir bacağı takma
ve kalbi delik deşik olanlar için bir çelenk
çarmıhın tepesine bırakılacak
ne kaleler gördü iskender büyük mü büyük
gemiler çöller ve içinde arsenik
freud yoktu babalar oğullarının kalplerine yük

nietzsche canımı yakıyor dünya bana küs
tavşan mı dağa dağ mı tavşana bilinmiyor
rh negatif ruh, ikizi yaşamıyor
düş görmüşüm heidi clara'yı dövüyor
peterin keçileri dağ bayır bağır bağır
sevgi kısmi felç omirlik hasarlı
aşkın telefonu telesekretere bağlanıyor

kanımda trompet çalıyor izci çocuk
zenci bir keder damarlarımda
oyun içinde oyun bu kaçıncı prova
hayatın kulisinde tanklar tüfekler
barış göğüs kıllarını traş ediyor
şarjöründe tek mermi postalı delik
ayağındaki mantar ruhunu sıkıştırıyor
en büyük asker bisim askeren büyük
ağaç içimize devriliyor

şimdi psikanaliz masasında kuş pislikleri
freud can çekişiyor

Çiğdem Sezer

Bir de şu var;

http://www.siirakademisi.com/index.php?/site/siir_goster/5337

Entelektüelliğin 32 Farzı




1) Bütün sohbetlerinde ben 6 yaşından beri kitap okuyorum (lan) havası ver.

2) Muhatabın herhangi bir şeyden bahsettiğinde (gerek anlamlı gerek anlamsız) muhabbeti sabote etmek için kibirli bir mütaalada bulun.

3) Entelektüel akran, dost, meslektaş ve hemşerilerin hakkında gıybette bulun.

4) a) Ne olursa olsun yaşadığın ülke şehir ve ilçeden nefret et.

b) Ne olursa olsun yaşadığın ülke, şehir ve ilçeye aşırı bir muhabbet duy.

5) a)Taşrayı küçümse.

b)Taşrayı yücelt.

6) Olur olmadık her yerde bu ülkeden kurtulmak istediğini belirt.

7) Okuduğundan çok kitap yaz, günlük tut, yorumda bulun, kitap eleştirisi yaz.

8) Felsefe tarihi kitaplarını oku. Filozofların özel hayatları hakkındaki ahmakça kitaplara kütüphanende yer ver.

9) Sahaflardan, kitabevlerinden kitaplar topla. Kim demiş okumak zorundasın diye!

10) Yetiş ey Google, Wikipedia, Google Scholar ve sözlükler.

11) Dilin kemiğinin tercüme diyemeyeceği çeviriler yap. Dergi çıkartmaya çalış bir müzik grubu kurmaya çalış.

12) .... da dediği gibi, her 3 cümlede bir namedropping'ten ekmek çıkar.

13) Her şeyden bir gönderme çıkar.

14) Her entelektüel nesneyi herhangi birine teşbih et.

15) Frankfurt okulunun, Tarkovski'nin, Foucault'nun, Kant'ın, Hegel'in ve eğer gelenekselciysen bebeğim, Kierkegaard'ın ve İbn-i Arabi'nin ve Şeyh-ül Ekber'in sümme haşa mezarına su dök.

16) Cenabet gez.

17) Şavkar Altınel'e de hak ver.(Şavkar Altınel sahiden yaşadı mı patron?)

18) Çağdaş sanat ve düşünce akımlarıyla tebellüş et.

19) Alaka duyduğun her mevzunun ıcığını cıcığını çıkart. Albüm tarihlerini ezberle, bütün demo ve konser kayıtlarını dinle. E.p'ler senin ekmek parandır.

20) Şiir yaz. (En azından dene, ki biliyoruz çoktan denedin). Şiir yazamıyorsan bile lirik hezeyanlarda bulun.

21) Amatör fotoğrafçılıkla ilgilen. Kadraja alınmamış martı bırakma. Bu tür klişelerle alay et.

22) "Türk gibi başla İngiliz gibi bitir"

23) Bütün dergi, gazete ve bağımsız haber sitelerini takip et.

24) Üçüncü sınıf filmler, kimsenin dinlemediği müzikler, tarihe karışmış vasat yazar-şair-düşünürlerle piyasa yap.

25) Fransız Yeni Dalgası'nı (ve elbette en çok da Godard sevgilim) illaki sev.

26) Asla herhangi bir şeyden herhangi bir şey anlama. Blöfçü'nün El Kitabı'nı oku.

27) Sen genç adamsın mutlaka bir kısa filmin ( hissiyatı veriyorum: deneysel esrik, lirik kitsch, destansı ayyaş) bulunsun. Günün birinde kız istemeye gidersin.

28) Sen aydın adamsın, mutlaka bir şeylere karşı çık. Gerektiğinde laik, gerektiğinde islamcı, gerektiğinde liberal, gerektiğinde gelenekselci, gerektiğinde sosyalist,
gerektiğinde ergen kızgınlığı ile ortalara çık.

29) Bütün film festivallerinde en ön safta yer tut.

30) Sen ki bedenini deneyimleyen bir ablamızsın. Elbette Jane Austen'a tap.

31) Sen şehir oğlusun unutma bu topraklar altında kefensiz Lacan'ı!

32) a) Kendi listeni yap.

b) At bi sakal ve bunu kesinllikle yap!

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Yurtdışı Yasağı (Ömer Seyfettin'in bir hikayesi değildir)

Gerçek bir hikayeden alınmıştır*

-Şu yurtdışına gidenleri hiç anlamıyorum. Yani anlıyorum iyi bir şey tabii. Herhangi bir memlekete git, türkiye sınırlarını hele bir aş, facebook sana direkt 30 arkadaş veriyor. Herkese bundan sonra orada yaşamak istediğini ya da buradaki arkadaşlarını çok özlediğini söyleme hakkına da sahipsin. Kafan bozulursa keşke hiç geri dönmeseydim dahi diyebilirsin (dönme). Kralsın. Tepe tepe kullanırsın artık. Üstelik, facebook'a girmene (mersin'in bir ilçesi) filan bile gerek yok. Sınırı aşman yeterli. Mesela eğer interrail, work and travel, erasmus, dil kursu filan takılırsan (ayrıcı vize işlemleri hakkında 2 sene boyunca konuşma hakkın da var) facebook ona göre ayar yapıyor. Kaç yabancının profil fotoğrafını layklacağını görebiliyorsun. Hem orada tanıştığın biri Türkiye'ye geldiğinde, doğal olarak seni arayacaktır. Sen ki yapacak bir şey bulamamışsın. Orada yediğin kötü yemekleri yalnız yememek için; herhangi bir turist gibi gezmemek için ya da ne bileyim o kadar yurt dışına çıktım bari sevişeyim diye düşündüğün için yanına bu adamı almışsın. Adam haklı tabii. O da aynısını senden talep edecek. Artık sınavın mı var, o hafta depresyonda mısın, baban mı öldü (baban öleydi he mi) bu "yurtdışında tanışılıp arkadaş olunan insanlar"ı ilgilendirmez.

-İyi ki yurt dışına çıkmamışım hiç.

-Gotye!

*Baskın, Çetin. Not Defterime Ciziktirdiklerim: Bugün Yurtdışında Dolaştım Evde Yoktum, Arayan Oldu mu? . 46. Baskı. İstanbul: YKY. 1946

25 Ağustos 2011 Perşembe

Kayıp Otoban Bulundu



dipteyim
sondayım
frustrasyondayım (detone ol)
beni
tanımla
senaryolar
içinde
kullan
yepyeni zırvalara sal
(ben kısaca D.L.)

P.S. Dick Laurent ölmedi kalbimizde yaşıyor.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

"Endişe" ya da "-lenmek."

YASAL UYARI: gizli sosyal mesaj içerir.


Kibrit kutusu kadar evlerimiz. Kibrit kutusu ve vasati 40 senelik ömrümüz. Şu birbirimize sıktığımız kurşunlar, sıktığımız dişlerimiz… Sıktığımız canlarımız; en mühimi de bu. Sıktığımız canlar ya da. Ve sonrasında, hiçbir şey olmamış gibi dolaştığımız sokaklar, caddeler, alışveriş merkezleri.

Bana “endişelenme” diyorlar. Endişeleniyorum. Endişeleneceğim.

Kör olasıca ben öyle çok endişeleneceğim ki, ur oluşacak beynimde. Hatta urlar! Sivilceli bir ergen genç suratı gibi urlarla dolacak beynim.

işte o zaman da siz benim adıma endişeleneceksiniz. Halimi hatırımı sormaya başlayacaksınız. Telefon falan edeceksiniz. Evime ziyarete gelenler bile olacak. Yardım toplayacaklar, dua edecekler, ağlayacaklar.

“Endişe” denen şeyin ta kendisi olacağım işte ben o zaman!

Not: Ben bir roman/film kahramanı değilim. Sonunu tasarlayamadığım kurgularla uğraşırım.



16 Ağustos 2011 Salı

"V for Vendetta" Çizerinin Önsözü


Birkaç gece önce evime dönerken yolumun üzerindeki bir bara girdim. Kendime bir Guiness söyledim.

Saatime bakmamıştım ama sekizden önce olduğunu biliyordum. Bir salı günüydü ve arka plandaki televizyonda “Eastenders”ın son bölümünün oynadığını duyuyorum. Londra’nın kokuşmuş ve bilinmeyen bir yerinde yaşayan, çalışan kesimden şen şakrak insanların günlük hayatını anlatan bir diziydi.

Masalardan birine oturdum ve benden önceki müşterinin yan koltuğa bıraktığı bedava gazeteyi aldım. Daha önce okumuştum. İçinde pek haber yoktu. Gazeteyi bırakıp barda oturmaya karar verdim.

Bar pek kalabalık değildi. Bardaki insanların sesinin arasından uzaktaki TV’nin sesini ve tokuşan bilardo toplarının takırtılarını duyabiliyordum. “Eastenders”dan sonra “Porridge” başladı. Şen şakrak bir mahkumun bunaltmayan, kokuşmuş bir Victoria dönemi hapishanesinde yaşadıklarını anlatan bir durum komedisiydi.

Barın arkasında baş aşağı asılı duran şişelerden gözle görülmesi zor bir şekilde içki sızıyordu. Viski ve votka damlacıkları şekil alıp, ses çıkarmadan damladılar.

İçkimi bitirdim. Başımı kaldırdım ve barmenle göz göze geldik. “Guiness?” diye sorarken yeni bir bardak için uzanıyordu. Başımla onayladım.

Barmenin eşi geldi ve müşterilerle ilgilenmesine yardımcı olmaya başladı.

Saat 8:30’da “Porridge”den sonra “A Question of Sport” başladı. Bir soru cevap oyununda şen şakrak ünlü sporcular, en az kendileri kadar şen şakrak başka sporcular hakkındaki sorulara yanıt veriyorlardı.

Bir geyiktir gidiyordu.

“Barmene şişelerin sızdırdığını söyleyeyim,” diye düşündüm.

“A Qestion of Sport”un ardından “9 Haberleri” başladı. Ya da en azından 30 saniyesi, ta ki kanal değiştirilip şen şakrak pop müziği onun yerini alana kadar.

Barmene baktım. “Bu sefer yarım istiyorum,” dedim.

Bardağımı doldururken sakince haber kanalını neden değiştirdiğini sordum. “Bana sorma, karım yaptı,” diyerek şen şakrak bir şekilde cevap verirken gösterdiği kişi barın başka bir köşesinde uğraşmaktaydı.

Sızıntılı şişelerin önemi benim için birden yitti.

İçkimi bitirip çıktım. TV’nin akşamın geri kalanında sessiz olacağından neredeyse emindim. Çünkü “9 Haberleri”nin ardından “The Boys from Brazil” başlayacaktı. Bir avuç Nazi’nin Adolf Hitler’in 94 adet kopyasını yaptıklarını anlatan ve içinde az sayıda şen şakrak karakterin olduğu bir filmdi.

V for Vendetta’da da pek fazla şen şakrak karakter yok. Bu kitap, haberler başladığında kanalı değiştirmeyenler için.

DAVID LLOYD

14 Ocak 1990

İki vazo kırıp içinden dökülmeli

Gecenin bi vakti ellerim hep uzaklara hep uzaklara. Bütün suları çukurlarından çekmek bi anda, aklımın ateşler yakıp üstümden atlayışı. Sonra bütün heykellerin soyunup yüzünü denize, bütün insanların dönüşü... İnsanların ve kuşların hep heykellere, heykellere yürüyüşü..-Kuzum bu heykelin elleri deniz kokuyor.-

Rothko’nun kadınları, adamları, onlar da denize…

Denize bakmak çünkü insanı kendine getirir. İnsanın kendi ayaklarına kapanması bazen, sulara karışması -bir taş oyalar durur kendini nehrin altında- geniş düzlükler gibidir.

Çay demlenir dünyanın öbür yarısı, gerinir gerinir balkonda bi kadın, balkonda çamaşırlar gerinir. Yataklar örtülür bir bir dünyanın öbür yarısı, sevgilisinden kendini çekip alır birileri. Mercanlar ölüyor, içim devrilir.

Çiçekleri suya koyup gelemem sevgilim, sular tuzlu, vazolar kırık. Bu çiçekleri koptuğu yerden öpelim, öpelim geçsin. Başımdan penguenler geçsin, buzulların kırılışı, göğün kırılışı, bardağın kırılışı, papatyalar yüzünü kapatır geceye, darmadağılabilirim.

Savaşta doğmuş çocuklar gibi ellerim. Ben bu içimdeki halleri nereye koysam, bir kuş olduğu yerde dönüyor.

Elmanın çöpünü atıyorum arka bahçeye, içime bi kurt düşüyor. Karanlığın ortasında bi elmanın ağlayışı. Karanlığın ortasında elmaların ağlamasını istemiyorum.

Sonra hep sabah oluyor.


Sinem Vardar

Papirüs, sayı 5 (temmuz-ağustos)

12 Ağustos 2011 Cuma

yerde bulunmuş bir asker mektubu (not: "Tehlikeli Oyunlar'ın Hidayet'i ile ilişkisi olabilir / olmaya da bilir.)



(okuyamayanlar için, orijinal halinin tüm orijinalliği ile!)

11/24/1987

sali

Sayın

Kıymetli Baba

Mekdubuma başlamadan önce üzerime düşen selâmlarımı sunar ellerinden öperim.

Anama selâm eder ellerinden öperim.

Fatmaya selâm eder ellerinden öperim

Elife Mehmede selâm eder gözlerinden öperim

Nasılsınız iyimisiniz iyi olmanızı

Allah,ü taaladan dilerim.

Beni sormak isterseniz bu günlerde moralim çok bozuk çünkü 84 günü dolduran teskereye gidecek diyorlardı şimdi 90/gün diyorlar 84 gün olsaydı çuma günü Askeriyeden çıkaçaktım

Şimdi ise 12/3nde çıkaçağım başka bir yaramazlıkyok sağlığım ve sihatım iyi.

Arkadaşların birkaç tanesi bize uğrayacakdı uğramışdır birtanesi Arap soyundandı size ve Aden, İprahime Mektup göndermiştim. ve bedel parasını Anlamışsındır zaten bu haberleri Gastelerde yazıyor. Siz ne yapdınız Pamukları zeytinleri ve ekini eke bildiniz mi yoksa benimi bekliyorsunuz. Yağmurlar devamlı yağıgormu. Adem nasıl iyi mi işlerin hepsinin altından kalka biliyormu Enişde nasıl Rabia iyimi onlar nasıl sizlere yardımcı ola biliyorlar mı domateslerin Erimesi başlaması laazzım. Bizim tomatesi ne yapdınız ekdinizmi yoksa daha ekeçek misiniz. Nenem nasıl iyimi rahatsızmı benden selam söyleyin.

Ben bu mekdubu sizin benim 12/3nde geleçeğimi bilmenizi içün yazıyorum.

Beni hiç düşünmeyin çok çok iyiyim 9 gün sonra beraber oluruz inşe Allah

Tekrar selam eder Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim. Beni soranların hepsine selam söyleyin

Bene mekdup yazmayın selâmlar

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Ferhangi Bir İmza, Ferhangi Bir Anı


“Kitap imzalamak” ya da “İmzalı Kitap” meselesi uzun bir mevzuu.

Girmeyeceğim.

Ama kim ne derse desin (Çetin naber?), sevdiğim bir sanatçı olan Ferhan Şensoy ile aramızdaki bu “imza” meselesi tam da “tesadüfün iğne deliği” bir durum.

Bu durumun notunu düşmek istedim.

Düşünün; tam yirmi sene sonra (iki gün fark var, bir şey olmaz) “gene” Antalya’da buluşuyor Ferhan Şensoy ve kitabı!

Bense o zamanlar daha doğmamış olsam da, bu kader oyununa alet oluyorum işte!

NOT: Fotoğraf, üzerine tıklayınca büyüyor. Rahatça da okunuyor yazılanlar. Rahat olun.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

halkın anlamayacağı, hoş bir duyarlılığa sahip, son derece özgün bir şair olmak istiyorum

Yaşayan tüm bireyler, ömürlerinde bir an dahi olsa karşı karşıya gelmişlerdir şiirle.

Çünkü şiir, siz onu çağırmasanız da gelir.

(bkz: “Çağrılmayan Yakup”)

Siz şiiri çağıramazsınız zaten.

Şiir, cep telefonlarınızda ve bilgisayarlarınızda bulunmaz.

Kitapları soracak olursanız da, onlar beş para etmez birer çeviri hatasından gayrı bir şey değildir.

Sadece birer para tuzağı ve ontolojik sıkıntı erteleyici casuslardır.

Yaşayan tüm bireyler, aslında birer geçiş dönemi varlığı oldukları içindir ki elbet bir gün ölürler.

Şiir ölmez.

Çünkü şiir düşünmez.

Düşündürmez.

(Sabah kahvaltılarını önemseyelim.)

Domates fiyatlarında aşırı bir yükselme görülmesi, kapitalizmin hala güçlü olduğunu gösterirken; şiir fiyatlandırılamamasıyla kapitalizme karşı en sağlam duruş kabul edilebilir.

Saçmalamak boynumun borcudur.

Üstü kalsın.

Şiir, kimsenin tekelinde bulunmaz.

Şiir iki elle de yazılmaz.

Şiir yazmak, işemek gibi gelir.

Yaşamak, ölmeye doğru uzanan yatay bir eğridir.

İroni burada başlar, şiir ile kefene sarılır.

(Şiir üzerine ahkam kesenleri kesiniz.)

.

.

.

.

.

Söyleyecek daha çok söz var.

O zaman intihar ediyorum.

İntihar da bir şiir türüdür.

Çünkü.

24 Temmuz 2011 Pazar

Being & Tim



Arkadaşın önünde saygıyla eğiliyoruz: http://www.beingandtim.com/

22 Temmuz 2011 Cuma

Karşılaştırmalı Edebiyat - ders IV -


























ŞİİR: Lokman Hekimin Sev Dediği

bu yürek seni seveceğini biliyordu herhalde
bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir
bire bin veren buğday
elmadaki mayhoşluk
hukuku beşer
cincinli hamam
çizmeli kedi
sanki elleriyle komuşlar gibi
ikimizden bir işmar

seni sevmemiş olsam sözlerim yarı yarıya
gözlerim yarım
ellerim çolak hüseyin eli
seni sevmesem nefes almayı beceremem ki
bugün günlerden ne
cumartesi
seni sevdiğim için cumartesi elbet
seni sevdiğim için bak temmuz ayındayız
ayşe onbaşı pir sultan abdal büsbütün sevdalıyım sana
bu gemiler nereye gidiyor seni sevdiğim için
seni sevdiğimden suyun akası geliyor
bacaların tütesi
nurhayat'ın halleri seni sevdiğim için güzel
ibrahim'in dilleri
insan seni sevince tutsaklığa kızar tabii
savaşın adı geçse cinfirit olur
ereğli'nin kömürünü düşünür ne kömür o be
raman'ı düşünür çukurova'yı düşünür
seni sevdiği icin haliç'te bir uğultu
marmara'da bir deniz
ısparta bahçesinde güller seni sevdiğim için konçalanır
seni sevdiğim için kilim dokurlar avşar'da
yarın sabahlar seni sevdiğim için icat edildi
penisilin halk şiiri canlı sinema

mahpushaneler yedi düven harbi ispanyol nezlesi
sultan hamid don civani
ne bilsinler seni sevdiğimi
başaklanmayan yulafa söylemeli
cilk yumurtaya
paslı demire
kulağını bükmeli kurtlu kirazın
hoşnut değillerse bu gidişattan
akıl etsinler seni sevdiğimi

yeşille turuncunun kafa barıştırması bu sevdadan ötürü
tepemizdeki o göçmez tavan
sulardaki yakamoz ortancadaki pembe
ben seni sevdim diye

bingöl vilayetinde kamyondan inince
tığ gibi bir delikanlıya soruyorum
siz nerenin bulutlarısınız böyle
biz sizin sevdanızın bulutlarıyız
bir yıldızlı akşamı varsa ankara’nın
1953 kışları içinde karnı tok sırtı pekse hısım akrabanın
konu-komşu dirlik düzenlik içindeyse
birbirimizi daha cok sevelim diye

insan seni sevince iş-güç sahibi oluyor şair oluyor mesala
meyhaneden cayıyor bir aksam üzeri
caysın be güzel
caysın be iyi
tütünü bırakıyor tütün neyime zarar
keseme zarar ciğerlerime zarar sevdama zarar
seni sevince adamın pabuçları eskimiyor
beti-benzi yeni çarktan çıkmış gibi
seni sevince insan bilgili saygılı gönlü gani şen
saçları zencefilli
erkencecik evine dönmek istiyor canı
zembilinde karpuzlar hürriyetler duvaklar
annesinin elini öpüyor ilkten
yeğenine çukulata almış onu veriyor
bakıyorsun "güzin karanfil çiceğini sever ya"
güzin’e bir demet kırmızısından almış
sırf seni sevdiği için ya başka neden

hep seni düşün
hep seni yaşat
hep seni yıka
seni doyur üç öğün
seni bir kanım uyut sonra uyandır
lokman hekim seni sev diyor bana

seni sevmeseydim ilkbaharı kodunsa bul gayri
istanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde
umut diye bir şey yoktu ki seni sevmeseydim
hak hukuk bereket diye
eşitlik kardeşlik hürriyet diye
yüreğime sağlık ne iyi ettim.

ÖYKÜ: Sevdalı Bekir (alıntı)

"Kadın; otuzluk, fingirdek, lokman hekimin ye dediği cinsten biri..." (sf.76)

12 Temmuz 2011 Salı

İLETİ

Dükkânının kapı önüne koyduğu taburesine oturmuş sigara içiyordu, başında saç namına bir tel bile olmayan köse berber. Dalgındı. Bacak bacak üzerine atmış, bakışlarını sabit bir noktaya dikmiş, küçük nefesler çekiyordu sigarasından. Kendince uzattığını sanıyordu böyle yaparak, sigara keyfini. Ama bitmişti işte sigarası, çektiği bu son ve bu diğerlerinin aksine uzun nefesle birlikte.

İşte tam o an saatler 13.18’i gösteriyordu.

Tam o an Kılıç Ali Paşa camii imamı öğle namazının farzının ilk rekâtındaydı ve cehri olarak okuduğu Rahman Suresi’nde tam otuz bir defa geçen “Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?” ayetinin ilkindeydi. Henüz “Febieyyi alai…” demişti ki, birdenbire hapşırıverdi! Üst üste dört defa hapşırınca hem kendisi, hem arkasındaki cemaat ne yapacağını şaşırdı. Hapşırmalar kesildikten sonra uzun bir sessizlik sardı camiyi.

İşte tam o an saatler 13.19’u gösteriyordu.

Bilgisayar marifetiyle izlediği “Fight Club” filminde, Brad Pitt’in canlandırdığı “Tyler Durden” karakterinin aslında Edward Norton’ın kafasında oluşturduğu birinden ibaret olduğunu anlayan liseli genç, filmin geri kalan kısmını izleme arzusunu yitirmişti. Oflaya puflaya filmi durdurmuş, hemen internete girip Google’a “Fight Club” yazmıştı. Ufak bir araştırma neticesinde, aslında Fight Club’un Chuck Palaniuk’un bir romanı olduğunu öğrenmişti.

İşte tam o an saatler 13.20’yi gösteriyordu.

Kabataş’tan fünikülere binmek üzere turnikelere yaklaşan emekli tarih öğretmeni hanımefendi, akbilini dokundurduğu an yükselen o kaba ve çirkin “yetersiz kredi” uyarı sesiyle irkildi. Akbilini doldurmak için geriye, gişelere doğru yöneldi. Fakat yanında hiç nakit parası yoktu. Nasılsa akbilim var diye düşünmüş, yanına nakit para alma ihtiyacı duymamıştı. Acaba birine rica etse, kendisi için de akbil basabilir miydi? “Mesela şu liseli kız?” diye geçirdi aklından.

İşte tam o an saatler 13.21’i gösteriyordu.

İşte tam bu an saatim 13.21’i gösteriyor.

Büyük derslikte, kürsüsünde oturan hoca ders anlatıyor. Sıkılıyorum. İngilizce anlatıyor dersi. Kol saatime ilişiyor gözüm. Sonra Türkçeye dönüyor. “Receiver” diyor, “mesaj” diyor, “encoding” diyor. “Kod” diyor mesela, “social context” diyor. Kılıç Ali Paşa Camii imamı öğle namazının ilk sünneti için tekbir alırken, William Burrougs’dan bahsediyordu hâlbuki. “Naked Lunch” diyordu. Dışarıdan gelen ezan sesi Allah’tan başka bir ilahın olmadığına yemin ederken, hemen sol yanımda oturan uzun saçlı çocuk açmıştı bu “Beat Generation” mevzusunu. Ardından her şeyi bilen, kendisini her şeyi bilmek zorunda hisseden hocamız başlamıştı anlatmaya. Sıkılıyorum. William Burrougs’dan, Jack Kerouac’dan, Alan Gİnsberg’den…

Ve titriyorum!

Yani cep telefonum titriyor.

Bir mesaj, bilmediğim bir numaradan: “Başın sağ olsun canım. Çok üzüldüm, anneni çok severdim ben de. Kendine çok iyi bak.”

İşte tam o an saatim 13.22’yi gösteriyordu.

(Kimin numarası bu, Azrail'in mi?)

29 Haziran 2011 Çarşamba

bizim büyük TINDERSTICKS'imiz

Mart'ın sonlarına doğru bir akşam, odasına gitme zamanı geldiğinde yine sessizce koltuğundan kalkmış, "Biraz yürüyelim mi?" diye sormuştu. Tindersticks'in "Let's Pretend"i çalıyordu. Önerisine sevinmiştim ama güzelim şarkıyı dinlemeden kalktığı için de sinirlenmiştim. Şarkının bitmesini beklemiş, sana bir not yazmıştım: "Bu kız kemanları duymuyor! Yemeğe girişme, lahmacun alıyoruz!"


Barış Bıçakçı
Bizim Büyük Çaresizliğimiz, sf. 41

http://www.youtube.com/watch?v=FfF7dP41U58

27 Haziran 2011 Pazartesi

"is all that we see or seem / but a dream within a dream?"*


Gregor Samsa bir sabah, sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında; sıkıntılı rüyalar gördüğü uykusundan uyandığında kendini yatağında ürkütücü dev bir böceğe dönüşmüş bulmasının da bu “sıkıntılı rüyalar” dâhilinde olduğunun farkına vardı.



* Edgar Allan Poe

24 Haziran 2011 Cuma

--bir sürü delikanlıya dostça öğütler--

tibet’e git.
deveye bin.
incili oku.
ayakkabılarını maviye boya.
sakal bırak.
kağıttan bir kanoyla dolaş dünyayı.
the saturday evening post’a abone ol.
çiğnerken sadece sol tarafını kullan ağzının.
tek bacakllı bir kadınla evlen ve düz bir usturayla
traş ol.
ve kadının koluna adını kazı.

benzinle fırçala dişlerini.
bütün gün uyu ve gece ağaçlara tırman.
keşiş ol viski ile bira iç.
kafanı suyun altında tut ve keman çal.
pembe mum ışığında göbek at.
köpeğini öldür.
belediye başkanlığına aday ol.
bir varilin içinde yaşa.
baltayla kafanı yar.
yağmurda lale ek.

ama şiir yazma.



Charles Bukowski

22 Haziran 2011 Çarşamba

"Ben Oblomov Hırkasını, Kendim Giydim Eynime..."


Oblomov hırka giymiyormuş ki!
Yıllarca kandırılmışız!

Everest'den çıkan yeni çevirisinin önsözünde çevirmen Sabri Gürses şöyle açıklıyor meseleyi:

"Tek bir şeyi düzeltmek önemli: İlya İliç Oblomov bir hırka giymiyordu, 1820lerde Hegel'in birçok portrede giyerken tasvir edildiği 'Schlafrock' adlı, avrupalıların bir zamanlar Asya'dan alıp Avrupalılaştırdığı kaftan benzeri bir ev giysisinin Rusya'da 'Halat' adıyla anılan biçimini, yani bir sabahlık giyiyordu. Başka deyişle, uyurken de uyanıkken de giyilebilecek, uzun, hafif, rahat bir giysi vardı üzerinde."

20 Haziran 2011 Pazartesi

Dıgıl dıgıl...


Yeğenimle oyun oynuyoruz.
Yeğenim henüz bir ve buçuk yaşında.
İki buçuğundan gün almış da diyebiliriz.
(Neyse.)
Bir ara duruyor, suratıma bakıyor dik dik ve dile geliyor:

- Dıgıl dıgıl!
- Ne?
- Dıgıl dıgıl!
- Anam! Sen nerden biliyorsun la "dıgıl dıgıl" meselesini?

Sonra oyuna geri dönüyor yeğenim.
(Aferin ona.)
Avanak Avni ve Oğuz Aral'a selam çakıyor afacan daha bu buçuk yaşlarında.
Oğlan dayıya çeker zaten!

(Dıgıl dıgıl...)

"Turizm"e İman Etmeyiniz

Yakın zamana kadar 'seyahat etmek' bilinmeyenlerle dolu bir yolculuğu çıkmak anlamına geliyordu. 'Seyyah' ise, yabancı diyarlarda heyecanlı serüvenler yaşayan kişiydi. Bugünün turisti için ise, macera ve belirsizlik korkulu bir rüya, yolculuğun iptali için en önemli neden. Turist olmak reklam broşürlerinde görüntülenen mekânları ve insanları 'yakından' ama yaklaşmadan, dahil olmadan, sorumluluk almadan -tiyatroya gider gibi- izleyip, evine dönmekten ibaret."


(Ayşe Öncü, Petra Weyland - "Mekan, Kültür, İktidar" - İletişim Yayınları)

18 Haziran 2011 Cumartesi

Play it again Miles



Jeanne Moreau ve Miles Davis (evet Şoreş virtüözlük iyi bir şeydir!) Nouvelle Vogue'ın ayrıkotu Louis Malle'ın filminde biraraya geliyor...Jeanne Moreau Paris sokaklarında gece boyunca bir o yana bir bu yana beyhude dolaşıp durur, sevdiceğinin gidebileceği yerlerde gezinir, başkalarını ona benzetir, halbuki adamcağız asansörde bir Hitchcock suspense'nin olay mahallinde kıvranmaktadır.

sinemanın 32 farzından biri;

http://www.imdb.com/title/tt0051378/

15 Haziran 2011 Çarşamba

Marjinal Dandy'ler



Aktedron Fikret

http://sivildenemeler.wordpress.com/2011/01/31/aktedron-fikret/



Fikret Ürgüp

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6701



Hayalet Oğuz

http://sivildenemeler.wordpress.com/2011/01/21/hayalet-oguz/

Ece Ayhan'ın "Sivil Denemeler Kara" kitabında bohemler (marjinaller) olarak zikrettiği lakin anlaşıldığı kadarıyla Dandy'lik kurumuyla da teşriki mesaisi olan adamlar var, varmış; Hayalet Oğuz, Aktedron Fikret, Fikret Ürgüp ...tabii bunların çoğu bile isteye kendi elleriyle ölümü seçen, ölümde karar kılmış adamlar...bir teneffüs daha yaşasalarmış pekâlâ anlı şanlı dandy'lerimiz olabilirlermiş..

10 Haziran 2011 Cuma

yeniyazı dergisine abone olalım, olmayanları uyaralım!

yıllık abonelik (4 sayı için); - yurtiçi: 40 tl - yurtdışı: 50 $ / 35 €,
kamu kuruluşları, kurumlar ve kütüphaneler: 60 tl
posta çeki: 5888492, Ramazan Parladar adına.
banka hesabı: garanti bankası, ortaklar caddesi şubesi,
357-6673455 nolu hesaba, Erkan Irmak adına.
e-posta: yeniyazi@gmail.com

8 Haziran 2011 Çarşamba

Ortaya doğru sağlı sollu yanaşanların müziği

Peki Ağıt

dalgalanma lan gönül, dalga kıran çok olur

f. şensoy


alkışlayalım ne kadar çiçek varsa

ne kadar çiçek varsa alınacak öç var

o kadar


yakın plan: çocukların ayaklarını kemiriyor kadınlar

mum dikiyorlar cami avlularına

ağzım kuruyor, kulaklarım çınlıyor

ellerinde haritalarla turistler

bağıra bağıra adres soruyor


ben bilek damarlarımı kesiyorum

çünkü

çünkü

çünkü


alınacak öç var alkışlardan

ne kadar çiçek varsa ne kadar çiçek varsa

o kadar


(ismet özel sakallarını kesiyor)



yeniyazı - bahar 2011

http://yeniyazi.blogspot.com/

7 Haziran 2011 Salı

Zooooom

(Hasankeyf'te bir film çekimi esnasında)

Zoom icat oldu netlik bozuldu.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Küfürbaz Sait ile Köylü Orhan




Biraz haksızlık edildi adama. Yapayalnız bırakıldı. Bir gün Nisuaz’da bir grup adama bir şeyler anlatmak ister. Aslında edebiyat çevrelerine pek girmezdi ama, o gün orada işte. Orhan Kemal’de orada… Orhan Kemal, Sait Faik konuşmak isteyince şapkasını çıkarıyor, Orhan Kemal köylü kökenli olduğu için kapalı yerde şapkayla oturur, köylüler kapalı yerde şapka çıkarmaz ya evet bu sefer şapkasını çıkarıyor, “Sen şapkama anlat” diyor, kendi konuşmasını sürdürüyor. Sait Faik dövünerek çıkıyor. Bir şey de yapmıyor. Horlandı.

Ece Ayhan, Aynalı Denemeler, YKY, 2.Baskı, 2001, s.48

Geminin Biri

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Bodler ve Ampül



"Sembolizm" üzerine verdiği derste Fatih Özgüven hocamız, Baudelaire'i kısaca şöyle tanıtmıştır:

Gitsen Baudelaire'e "Aslında seninde iyi olan yanların var be Baudelaire, hadi gel de şu ampulü takıver!" desen... Hayır, kesinlikle takmaz o ampulü.

Mülksüz Mülkiyeli

Aldırma 128!




"Dokunmayın çocuklara sabah, sabah ulan!"

24 Mayıs 2011 Salı

Gövde

Onun bedeni bir tımarhane.
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!
Onun bedeni bir kule.
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerden,
Ağlayarak indirir aşağı!
Onun bedeni bir küre.
Yüzeyi çok giz, parlak ve akışkan.
Döndürdükçe gösterir çarpılmaz,
Zamana saygılı ve acıyan...


"Bana çiçek göndermeyin, benim kendi çiçeklerim var" diyen 128 Nilgün Marmara

22 Mayıs 2011 Pazar

Hesap, kitap!



"Yüzünde bir yer açılmıştı, kendimi sığdırabileceğim." cümlesinin altını çizmekle kalmıyor, not defterime şu notu düşüyorum: "sayfa 118, kitabın adının geçtiği sayfa!"

Sonra aynen devam okumaya.

"Sızlayan yerlerine boylu boyunca uzanarak yüzünde bir yer bulayım kendime."
Şimdi ise sayfamız 166. yine kitabın adının geçtiği bir cümle.

166 eksi 118 eşittir 48!

Ee?

(Devlet Bahçeli bu işe bir el atmalı!)

20 Mayıs 2011 Cuma

14 Mayıs 2011 Cumartesi

yeniyazı - bahar 2011



Fakirin iki şiiri yayımlandı güzel dergimizin bu sayısında!
Tabii ki Yalçın Armağan Hocam'a büyük sevgi, saygı ve hürmetle...


6 Mayıs 2011 Cuma

Çay ve Bardak ve Diyalektik


Olması gerektiğinden de ufak bir çay bardağında getirince çayı garson, "ücretsiz" kelimesinin aslında bu çay bardağı için oldukça uzun olduğunu düşündüm. Yemeğin üzerine "ikram" edilen çayın mönüdeki adının karşılığında, diğer içecek ve yiyeceklere nazaran rakamla değil harflerle tanımlanması pek hoşuma gitmişti doğrusu. Parasında değilim; ama "çay" sadece ikram edildiği zaman sıcak oluyordu benim için bardağının içinde. Ve fakat bu kadar ufak bir çay bardağının, yalnızca bu lokantanın cimri sahibi için yapıldığı açıkça belliydi.

Garson, minimini bardağı önüme koyup gitti. Küp şekerden olsa olsa iki-üç kat büyük bu bardağa önce bir tane şeker atmayı düşünsem de, taşma olasılığından dolayı şekersiz olarak ve bir yudumda içtim çayı. Yan sandalyeme astığım ceketimi giydim, boş çay bardakçığını da alıp kasaya gittim.

Hesabı ödedikten sonra, kasada duran ve muhtemelen "patron" olan beye:

- İzniniz olursa bu bardağı alabilir miyim? Evde beslediğim yavru kanaryama su vermek için en ideal küçüklükteki kap bu. Ne kadarsa ücreti ödeyeyim!

Adam bu ince şakamı anlamamıştı galiba ki, şöyle yanıt verdi bu ironik soruma:

- Ne ücreti beyefendi, buyurun sizin olabilir bardak.

Bardağı ceketimin iç cebine koydum, teşekkür edip çıktım lokantadan.

(Afiyet olsun!)