24 Şubat 2011 Perşembe

İtiraflarım - Part II -

+ Din ve devlet işlerini birbirinden ayıramayacak kadar miyobum. Bu yüzden kamusal alanlara gözlüksüz çıkmamaya dikkat ediyorum.

+ Cem Akaş’ın “Suç ve Ceza” kod adlı romanını uzun süre okuyamamıştım. Çünkü kitap çift yönlü, neresinden başlayayım derken, uzun süre kitaplıkta duran romanla bakışıp kalmıştık. Sonra başladım işte bir yerinden!

+ Sait Faik’in o meşhur şiirindeki, “sana önce / şiirlerin tadını / aşkların tadını / kitaplardan tattırmalıyım” dizelerini kendi üzerimde uygular dururum. Gayrısına zaman kalmasa da!

+ Saçlarımı taramamak, bana salakça bir özgüven veriyor. Ama her zaman tarıyorum.

+ Zamanında ben de üzerinde “Che” resmi olan tişört giydim. Che’nin bundan hiç haberi olmadı!

+ İlkokuldan bu yana, A5 boyutunda defter kullanmaya özen gösteririm. Harita metot defterlerden pek haz etmem. (Bu durum benim için bir nevi “sınıf mücadelesi” gereğidir! Nedenini de edebiyat tarihçileri araştırıp bulsun!)

+ Slawomir Mrozek’e gizliden gizliye büyük saygım vardır. Fazla dillendirmem.

+ “Tutunamayanlar”dan uyarlama TV dizisi yapacaklar diye ödüm kopuyor!

+ “Dut ağacı boyunca / Dut yemedim doyunca” dizeleri, beni çok hüzünlendiren Türkü dizelerinin başında gelir. “Dut” meyvesi ile aramda manevi bir ilişki olmalı.

+ “Fight Club” filmini izleyenlerin, “Ben anlamıştım en başından beri şu Tyler Durden meselesini…” geyiğini yapmalarına gıcık kapıyorum. Çok mu zekisiniz yani? Filmden tat almaya baksanıza la!

+ “Bir futbol takımının taraftarı olmazsa ölecek” hastalığına falan yakalansam, Beşiktaş’ı tutardım. Galiba.

+ Her ne kadar mütevazı biri olsam da, ödüllü bir şairimdir: “Liselerarası ‘Öğretmen’ Konulu Şiir Yarışması”nda, il ikinciliğim mevcut. Plaketim bilem var!

+ Tahsin Yücel’e, kendi aramda, “Tansık” derim.

+ “The IT Crowd” dizisinin her bölümünü onlarca kez izledim, hala da izliyorum. Sonuç: 0118 999 881 999 119 725...3!

+ "Adım 'İhsan' olsa ne kral olurdu!" diye düşünürüm bazen. Çünkü hayatımda iki tane 'İhsan' tanıdım; ikisi de birbirinden değerli, birbirinden saygılı, sevgili, çok güzel insanlar!

20 Şubat 2011 Pazar

Merdivende

"kayıp edebiyatçılar antolojisi"nden: söz-müzik: tuğçe nomanoğlu / düzenleme: doğu

Merdivenler duyarsızdır.

Basamaklara attığım her adım, ayaklarıma ağır geliyor. Bir sonrakine yığılıyorum hep. Anlatmak gibi bir şey merdiven de. Her kelime de canım yanıyor, yoruluyorum. Neyse ki inilen dört katın sonunda geriye sadece dört basamak kalıyor. Sonrası dümdüz, boş bir yol. Boş yolları severim, sessizdirler. Yükünü çekmek zorundayım ama merdivenlerin, merdivenlerden de çok basamakların! Omuzlarım biraz aşağıda kalmış, sırtım hafifçe belirginleşen kamburdan kurtulma çabasında, ayaklarımda bir “seyahat” tedirginliği…

Geçkin ışıkların bin bir zahmetle yaydığı ışıma altında, her bir basamak yeni doğmuş bir bebeğin lekeli tenini taşıyor. Ayakların havale geçiriyor, düşürüyorum ayaklarımı! (Sakarlığın hep bir bahanesi vardır. Olmalıdır.) Düşürdüğüm ayaklarımı, kollarım gurur meselesi yapıyor, kaldıramıyor. Hâlbuki bir “aile” olmuştur uzuvlarım, birbirlerini kollayan. Birkaçı “otorite” ise, diğerleri mutlaka zayıftır. Dengenin bozulmaması için güçlü olan zayıfı gururla korurken, zayıfın zayıf kalmasına da dikkat eder. (Gururun hep bir bahanesi vardır.) Çok mutlu bir aile!

Ellerim biraz yatıştırınca pamuk tabanlı ayaklarımı, bin bir zahmetle birbirini tutmayan adımlarını atmaya devam ediyorlar. Ayaklarımın “pamuk” tabanlı olması da aileden gelir. Tabii bu sefer bahsettiğim genel-geçer, toplum börtü böceği olan klasik aile! Zaten anlattığım da bir “Pamuk Prenses” masalı değil, olsa olsa bir “taban”sızlık hikâyesi. (Her hikâyenin mutlaka bir bahanesi vardır.)

Krem sürülmüş ayağın çoraba, oradan da ortopedik ayakkabıya sokulmasıyla başlıyor hikâye. İki ayağın birbirini tutmamasının bir bahanesi yok! Olsa olsa, fizyolojik bir durum işte.

İki katı aşmıştım bile. Önümde iki katın daha olduğunu düşünmek istemiyordum. Tırabzanlara yaslanıp küçük bir mola vermiştim. Mola olmazsa, nefes almak öyle bir zorlaşıyor ki. Sonra bir ses duyuluyor ikinci katın basamaklarından yukarıya yükselen: “Uyuz salgını var bu basamaklarda! Maazallah, inerken basamaklardan ayağını kaydırıverir insanın. Düşerken saçlarına takılır ayağı insanın, döner topaca! En iyisi asansör! En güzel asansör!”

“Hurafelere inanmam!” diyerek ayaklanmıştım. Teni bozuk, huysuz basamakları inmeye başlamıştım tekrar. Bir bakmıştım ki, ayaklarım parmak dalaşına girmişler aralarında! Olan yine sol serçe parmağıma oluyor, inciniyordu. Diğer parmakların umurunda değildi bu durum. Küçücük parmak o daha, gençlikte olur böyle şeyler! Telaşlı adımlarıma bir yenisini daha ekleyerek ben de duymazlıktan geliyorum ben de bu tantanayı. (Ha gayret, bir kat kaldı sadece!) Fakat o da nesi? Sondan ikinci basamakta bir su birikintisi! Bir yansıma beliriyor suyun üzerinde, yoksa… Hayır hayır. Başparmağım iğreniyor bu görüntüden, bir emir ile geri çekiyor tüm ayağı geriye.

Su birikintisinin üzerinden atlamaya karar verdiğim anda, son basamağa çoktan varmış görüyorum sol ayağımı. İki saniye farkla geriden geliyor sağ ayağım. Solak olduğum için mi böyle, alışkanlık mı, şaşkınlık mı… Kelimeler hızla geçiyor beynimden. Gereksiz buluyorum bu durumu.

Son kata vardığımda, girişin lambasını gıcık tutmuş bir vaziyette buluyorum. Kesik kesik öksürüyor. Işıltısı solmuş, bitkin. Ama ayaklarım! Zeminin sağlamlığını hisseden ayaklarım duruluyor biraz. Eski uyumuna ve sakinliğine geri dönüyor. Hatta mutlular bile diyebilirim. Belki de bu yüzden, seke seke iniyorum pütürlü ama lekesiz, oksijeni bol dış kapı merdiveninden.

Karşımda kemik siyah gözlüklerin ardına yaslanmış bir çift göz. “Merhaba!” diyor, neşeli ama çekingen. “Seni tanıyorum,” diyor, “gıyabında!”. Kırmızı ayakkabıları da ayaklarımı selamlıyor. Ayaktayız. Kelimeler başlıyor. (Yeni kurtulmuştuk ama merdivenlerden!) “Sigara alacağım, kül dağı yapmam lazım da!” diyerek devam ediyorum yoluma. Dinginlik. Dinginlik kelimeleri en baştan oluşturuyor. Yol, ayaklarımı hafifletiyor.

Geriye dönüp bakıyorum pütürlü merdivene, kırmızı ayakkabılar hala yerli yerinde. Soruyorum:

- Eee? Hadi ben konuştum anlamadın. Bilgisayar var, internet var… Kırmızı ayakkabılar var!

Anlamıyor. Ben de anlamıyorum ki zaten söylediklerimi. Ama yine de bir yanıt verme ihtiyacı içerisinde konuşuyor:

- Gogol’ün paltosuna girmem gerek bir an önce.

- Haa, tamam o zaman. Ama sen önce Sezar’ın hakkını Sezar’a ver de…

- Sen de mi Brütüs?

Anlıyorum ki merdivenlerdeki kadar başarılı değilim konuşma konusunda.

Ayaklarım üşüyor.

"Atay'sız kalmış bir milletin, hayat damarları yoktur!"

17 Şubat 2011 Perşembe

nasıl MAOCU oldum (!)


Godard üşenmemiş, film çekmiş: La Chinoise.
Biz neden üşenelim, izledik: La Onur arkadaş La.

Mao Zedong üzerine en kapsamlı bilgiyi, "Ozan Rençber" yoldaştan edindiğim için pek fazla fikrim yoktu kendisi hakkında. (bkz: mao zedong yoldaşım)

Arkadaş anlattı biraz, "Kültür Devrimi" meseleleri, Türkiye'den Doğu Perinçek'in felan "Maocu" olduğu gibi gibi... Bense hala "Vietnam yanar, ben bağırırım bar bar, MAO MAO! / güler Johnson, ben çalarım, MAO MAO!" diye başlayıp devam eden şarkıyı ıslıklayıp inceden eğleniyordum. Arkadaş, benim Mao'yu epey sevdiğimi -en azından şarkıyı-, benden iyi Maocu olacağını belirtti!

Ve şu garip tesadüfleri attı ortaya:

1- "ZE: sulak birikintisi, göl. DONG: doğu = ZEDONG: Doğudaki göl."
2- Türkiye'de "Maocu" akımın temsilcilerinden: Doğu Perinçek.
3- Benim adım: Doğu -kan...


(Not: başta türkiye komünistleri olmak üzere tüm dünya komünistleri yoldaş mao zedong'un şahsında marksizme, leninizme yönelen modern revizyonist, troçkist kırması, menşevik alaşımı yeni oportünist cepheyi de yerle bir edecektir. yaşasın marx, engels, lenin, stalin ve mao zedong yoldaşların ışıklı yolu.)

15 Şubat 2011 Salı

Hüsran ya da Falanca ve Filancanın Hikâyesi

Daha önce Edip Cansever'in masasına karşılık yazdığı şiirini de yayınladığımız Osman arkadaşımızdan geliyor...

Garson orta şekerli türk kahvesini, yanında fındıklı lokum ve bir bardak su ile masaya bıraktı. Küçük bir şehri gece vakti tepeden seyreder gibi bir his verdi kahvem ve üzerindeki küçük kabarcıklar...Evlerin ışıklarının tek tek sönüşü gibi birer birer patlıyordu kabarcıklar. Şehir karanlığa bürünüyordu ışıklar sönünce, kahvem ise bana en çok yakıştığını düşündüğüm kahveringine...başımı küçük şehrimden kaldırdığımda gördüm onu. Karşı masada tek başına oturmuş kahve içiyordu benim gibi. Eğer orta şekerli ise kahvesi, çok ortak noktamız var demektir dedim kendi kendime. Kumral dağınık saçları düşünceli ve sırf düşünceli olduğu için sönmüş parlaklığını yitirmiş gibi duran yeşil gözleri vardı. Acele etmeliydim, şimdilik yalnızdı ama her an birinin gelme ya da her an onun kalkıp gitme olasılığı vardı. Cep telefonu masanın üzerinde duruyordu ve bu lanet alet kimseyi uzun süre yalnız bırakmıyordu. Masadan kalkıp küçük şehrimi geride bırakarak gidip karşısındaki sandelyeye oturdum."Afedersiniz, tanımadığı bir kadınla tanışabilmek için iyi bir bahane bulabilen erkeklerden olamamışımdır bir türlü. Doğrusu kadınların yani bir çok kadının böyle bahanelere kanar gibi yapmasını da anlayamamışımdır. Muhakkak ki siz o tipte bi kadın değilsiniz, ben de bi bahane yaratabilen tipte erkeklerden değilim. Ancak yine de yanlızca tanışabilir miyiz diye lafa girmemin de sizi ikna edemeyeceğini biliyorum. O yüzden neden ortak dostlarımız varmış gibi yapmıyoruz. Yani kim bir dostunun tanıştırdığını birini redederki?” dedim.”ortak dostlarımız olabileceğini hiç sanmıyorum” dedi. Aslında var,deminden beri onlarla oturuyorsunuz. Şaşkın gözlerle bana ve etrafına baktı. "sandalyeler", siz deminden beri onlarla oturuyorsunuz. Benim onlarla tanışıklığım sizinkinden eskidir. Ben daha ziyade solumdaki sandalyede otururum o yüzden onunla muhabbetimiz pek yoktur ama sağımdaki sandalye tam karşıma denk geldiğinden aramız epey iyidir. O yüzden sağımdaki sandalyenin ortak dostumuz olarak pekala bizi tanıştırma işlemini üstlenebileceğini farzedebiliriz."falanca bak bu filanca,filanca bak bu da falanca". Sanırım bu vesile ile tanışmış olduk. “Manyak mısın kardeşim sen?” dedi ve ayağa kalkarak cep telefonu ve çantasını müthiş bir çeviklikle alıp kahvesini yarım bırakarak gitti. Büyük kabalık! insan bari kahvesini bitirip öyle gider. Bana hakaret etmesine aldırmıyorum, ama doğrusu dostlarım olan sandalyeleri hakir görmesi çok zoruma gitti. Sandalyeler,benim yalnızlığımı paylaşabildiğim yegane dostlarım.

Osman Seracettin Aydın

10 Şubat 2011 Perşembe

modern bunalımlı bir kitap tanıtımı


peki.
şarkıyı dinleyelim: "yalan dünyaaaaaaaaaaaa! her şey bombooooooooooooş!"
yalan söyleme.
yalan değil, yalan.
"modern dünya, her şey bomboş!" olmasın sakın?
hatta sorun bizde de değil sayın psikoloji ve diğer diğer cici bilimler.
fransızcanızı seviyorsanız bir bakın, frued aşkına kulak verin.
"modern dünyanın bunalımı" diyor Guenon .
ben demiyorum.
ekmek ,mushaf, das kapital çarpsın benim suçum yok polis abi.
"la crise du monde moderne" işte ulan!
ulan!
lan!
len!
düştük işte içine.
zarif de olamadık oğlum, bakarken de düşemedik ki.
çat kapı, lak pencere bizim işlerimiz.
kapatın radyoları, televizyonları, kepenkleri, kepenekleri, kepeğe karşı etkili şampuanların kutularının kapaklarını!

(bat modern bat!)

8 Şubat 2011 Salı

tekâmül edememiş entelektüeller için, bilmişlik idmanlı alternatif kitap tanıtımı!


(kare bulmacamızın şifre kutucuklarına, bulmacamızdaki sayıların sırası ile bulduğunuz harfleri yerleştiriniz. böylece yazarımızı ve eserini bulmuş olacaksınız. hatta bu mezkur eseri evvelden okumuş iseniz, bulmacayı çözmenize gerek bile kalmayacaktır! )





_ ö _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ / _ _ _ _ _ _ _ _ _



(önemli not: bulmacamızda "ö" harfi olmadığından, "2" numaralı kutumuzun kerameti kendisinden menkuldur!)

Sağdan Sola

1- Haldun Taner'in çok partili düzene geçişi hikaye eden oyunu.
2- Yüz kısım kauçuğun otuz iki kısım kükürtle işlenmesinden elde edilen plastik./ Amerika'nın kumarhaneleri ile ünlü şehrinin adından da hatırlanabilecek, İspanyolca dişil tanımlık (artikel).
3- Eklendiği kelimeye "gösteren", "bildiren" anlamı katan, Farsça kökenli sonek. / İki şey arasında bağlantı kuran kimse, vasıta, mutavassıt.
4- İliştirilmiş, eklenmiş, bağlanmış, merbut.
5- Eski dilde yaşlanmak, diş çıkarmak. / Farsça evlat, oğul.
6- Bir yerden başka bir yere taşıma veya götürme.
7- Utanma, utanç duyma. / Türk Standartları Enstitüsü'nün kısaltması.
8- Litvanya uluslararası plaka kodu. / Eski dilde "ufuklar". / Klasik Türk müziği araçlarından, iri karınlı, kirişli, mızrapla çalınan bir çalgı.
9- "Kul padişahsız olmaz, padişah kulsuz değil / Padişah kim bileydi kul demese .... savul!" / Kavrulmuş soğan ve salça ile pişirilen, sade veya sebzeli et yemeği.
10- Vücudun belirli noktalarına genellikle altın iğne batırarak yapılan, Uzakdoğu kökenli, geleneksel tedavi.

Yukarıdan Aşağıya

1- 1831 yılında Giuseppe Mazzini tarafından kurulan, birleşik bir İtalyan cumhuriyeti kurmayı hedefleyen siyasi cemiyet.
2- Alfred Jarry'nin ünlü oyunu. "Kral ..." / Stronsiyum simgesi. / Jokeylerin giydiği özel şapka.
3- Saymaca, itibari, ad belirtilerek yapılan. / Rutenyum simgesi.
4- Göztepe ile Bulgurlu arasında yer alan, Üsküdar'a bağlı mahalle. / Adenozintrifosfat kısaltması.
5- Nikel simgesi / Merhamete, vicdana, mantığa dayanan adalet.
6- Kağıtları birbirine iliştirmeye yarayan kıvrılmış tel. / "Michael" ön adlı İngiliz oyun yazarı ve çevirmen.
7- Ülkemizde yetişen çayın neredeyse tamamını üreten, en çok yağış alan ilimiz. / Elma, armut ve benzeri meyvelerin kurutulmuşu.
8- Listeden seçilen yemek. / Hİpertansiyon kısaltması.
9- İskoçların ve İrlandalıların soyadlarında sık rastlanan "oğlu" anlamındaki önek./ Taktim, arz, ithaf.
10- Termostat.





4 Şubat 2011 Cuma

İtiraflarım - Part I-

+ Kieslowski'nin, "Dekalog" serisinin yedincisinde "Madam Bovary okuyan tren istasyonu görevlisi kadın" ile ne anlatmak istediğini çözebilmiş değilim.

+ Marksizm'in gelişkin işçi sınıfının doğal ideolojisi -bir nevi "sınıf bilinci" hesabı- olabileceğine bir türlü aklım yatmadı. Sanırım kafamı karıştıran kişi George Orwell oldu. (Marks iyiymiş de, çevresi kötüymüş.)

+ Reha Erdem sinemasını "ikinci yeni"'ye benzetenlere, sürekli bunun aksini ispatlamaya çalışırım. Çünkü bu güzel ve yerinde benzetmeyi ben düşünüp bulumadığım için onları çok kıskanırım!

+ "Bilmek, sebebleri bilmektir." diyen Aristotales candır. Bu yüzden malumatfuruş (bilgiç) kişilerden hazzetmem; alim (bilgin) kişilere saygıda kusur etmem; arif (bilge) kişilerse zaten saklıdırlar, ben gibi fakirle muhatap olmazlar.

+ "Kara Kitap" romanını okuduğum günden beri büyük bir özentilikle dolmakalem kullanıyorum. Ayrıca dolmakalemime yeşil mürekkepli kartuş arıyorum. Bulamıyorum!

+ Prodüktörün figüran tuttacak parası olmadığı için, esas kızı bomboş bir pavyona getirmek zorunda kalan esas oğlana: "Seni bütün gözlerden kıskandığım için pavyonu kapattım!" dedirten senaristlerin yazdığı Yeşilçam melodramlarını, sırf bu samimiliklerinden ötürü bile hala bayıla bayıla izliyorum.

+ "Ba'sü ba'de'l-mevt": Nedense bu tamlama/tanımlamayı telaffuz etmek hoşuma gidiyor. Bazen kendi kendime söyler dururum, gereksizce.

+ Tutunamayanlar'ın Selim'inden daha akıllıyımdır: Çünkü onun aksine, evlenmeyi düşünüyorum!

+ Ortalama bir buçuk sene "sinema" eğitimi aldım akademik düzeyde. Lakin aklımda kalan tek pratik bilgi şu: Tripodun ağır olan makbuldür!

+ Jean Baudrillard'ın "Fotoğrafı çekilen nesne, geri kalan her şeyin yok olmasının izidir sadece. Neredeyse kusursuz bir cinayet!" cümlelerini okuduktan sonra hiçbir fotoğrafa bakamaz oldum. (Ayrıca "fotoğraf sanatı" diye bir şey de yoktur, inanmayınız.)

+ Şiir (naçizane) yazmaya uğraşırken (bkz: tevazu) Rilkeleşiyorum çoğu zaman. Yani ayakta yazıyorum; ama sol elimde şarap kadehi değil, çay bardağı oluyor!

+ "ve gözüm eşyamda değil" dizesini ben yazmış olsam, daha da kalemi almazdım elime.