30 Temmuz 2011 Cumartesi

halkın anlamayacağı, hoş bir duyarlılığa sahip, son derece özgün bir şair olmak istiyorum

Yaşayan tüm bireyler, ömürlerinde bir an dahi olsa karşı karşıya gelmişlerdir şiirle.

Çünkü şiir, siz onu çağırmasanız da gelir.

(bkz: “Çağrılmayan Yakup”)

Siz şiiri çağıramazsınız zaten.

Şiir, cep telefonlarınızda ve bilgisayarlarınızda bulunmaz.

Kitapları soracak olursanız da, onlar beş para etmez birer çeviri hatasından gayrı bir şey değildir.

Sadece birer para tuzağı ve ontolojik sıkıntı erteleyici casuslardır.

Yaşayan tüm bireyler, aslında birer geçiş dönemi varlığı oldukları içindir ki elbet bir gün ölürler.

Şiir ölmez.

Çünkü şiir düşünmez.

Düşündürmez.

(Sabah kahvaltılarını önemseyelim.)

Domates fiyatlarında aşırı bir yükselme görülmesi, kapitalizmin hala güçlü olduğunu gösterirken; şiir fiyatlandırılamamasıyla kapitalizme karşı en sağlam duruş kabul edilebilir.

Saçmalamak boynumun borcudur.

Üstü kalsın.

Şiir, kimsenin tekelinde bulunmaz.

Şiir iki elle de yazılmaz.

Şiir yazmak, işemek gibi gelir.

Yaşamak, ölmeye doğru uzanan yatay bir eğridir.

İroni burada başlar, şiir ile kefene sarılır.

(Şiir üzerine ahkam kesenleri kesiniz.)

.

.

.

.

.

Söyleyecek daha çok söz var.

O zaman intihar ediyorum.

İntihar da bir şiir türüdür.

Çünkü.

24 Temmuz 2011 Pazar

Being & Tim



Arkadaşın önünde saygıyla eğiliyoruz: http://www.beingandtim.com/

22 Temmuz 2011 Cuma

Karşılaştırmalı Edebiyat - ders IV -


























ŞİİR: Lokman Hekimin Sev Dediği

bu yürek seni seveceğini biliyordu herhalde
bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir
bire bin veren buğday
elmadaki mayhoşluk
hukuku beşer
cincinli hamam
çizmeli kedi
sanki elleriyle komuşlar gibi
ikimizden bir işmar

seni sevmemiş olsam sözlerim yarı yarıya
gözlerim yarım
ellerim çolak hüseyin eli
seni sevmesem nefes almayı beceremem ki
bugün günlerden ne
cumartesi
seni sevdiğim için cumartesi elbet
seni sevdiğim için bak temmuz ayındayız
ayşe onbaşı pir sultan abdal büsbütün sevdalıyım sana
bu gemiler nereye gidiyor seni sevdiğim için
seni sevdiğimden suyun akası geliyor
bacaların tütesi
nurhayat'ın halleri seni sevdiğim için güzel
ibrahim'in dilleri
insan seni sevince tutsaklığa kızar tabii
savaşın adı geçse cinfirit olur
ereğli'nin kömürünü düşünür ne kömür o be
raman'ı düşünür çukurova'yı düşünür
seni sevdiği icin haliç'te bir uğultu
marmara'da bir deniz
ısparta bahçesinde güller seni sevdiğim için konçalanır
seni sevdiğim için kilim dokurlar avşar'da
yarın sabahlar seni sevdiğim için icat edildi
penisilin halk şiiri canlı sinema

mahpushaneler yedi düven harbi ispanyol nezlesi
sultan hamid don civani
ne bilsinler seni sevdiğimi
başaklanmayan yulafa söylemeli
cilk yumurtaya
paslı demire
kulağını bükmeli kurtlu kirazın
hoşnut değillerse bu gidişattan
akıl etsinler seni sevdiğimi

yeşille turuncunun kafa barıştırması bu sevdadan ötürü
tepemizdeki o göçmez tavan
sulardaki yakamoz ortancadaki pembe
ben seni sevdim diye

bingöl vilayetinde kamyondan inince
tığ gibi bir delikanlıya soruyorum
siz nerenin bulutlarısınız böyle
biz sizin sevdanızın bulutlarıyız
bir yıldızlı akşamı varsa ankara’nın
1953 kışları içinde karnı tok sırtı pekse hısım akrabanın
konu-komşu dirlik düzenlik içindeyse
birbirimizi daha cok sevelim diye

insan seni sevince iş-güç sahibi oluyor şair oluyor mesala
meyhaneden cayıyor bir aksam üzeri
caysın be güzel
caysın be iyi
tütünü bırakıyor tütün neyime zarar
keseme zarar ciğerlerime zarar sevdama zarar
seni sevince adamın pabuçları eskimiyor
beti-benzi yeni çarktan çıkmış gibi
seni sevince insan bilgili saygılı gönlü gani şen
saçları zencefilli
erkencecik evine dönmek istiyor canı
zembilinde karpuzlar hürriyetler duvaklar
annesinin elini öpüyor ilkten
yeğenine çukulata almış onu veriyor
bakıyorsun "güzin karanfil çiceğini sever ya"
güzin’e bir demet kırmızısından almış
sırf seni sevdiği için ya başka neden

hep seni düşün
hep seni yaşat
hep seni yıka
seni doyur üç öğün
seni bir kanım uyut sonra uyandır
lokman hekim seni sev diyor bana

seni sevmeseydim ilkbaharı kodunsa bul gayri
istanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde
umut diye bir şey yoktu ki seni sevmeseydim
hak hukuk bereket diye
eşitlik kardeşlik hürriyet diye
yüreğime sağlık ne iyi ettim.

ÖYKÜ: Sevdalı Bekir (alıntı)

"Kadın; otuzluk, fingirdek, lokman hekimin ye dediği cinsten biri..." (sf.76)

12 Temmuz 2011 Salı

İLETİ

Dükkânının kapı önüne koyduğu taburesine oturmuş sigara içiyordu, başında saç namına bir tel bile olmayan köse berber. Dalgındı. Bacak bacak üzerine atmış, bakışlarını sabit bir noktaya dikmiş, küçük nefesler çekiyordu sigarasından. Kendince uzattığını sanıyordu böyle yaparak, sigara keyfini. Ama bitmişti işte sigarası, çektiği bu son ve bu diğerlerinin aksine uzun nefesle birlikte.

İşte tam o an saatler 13.18’i gösteriyordu.

Tam o an Kılıç Ali Paşa camii imamı öğle namazının farzının ilk rekâtındaydı ve cehri olarak okuduğu Rahman Suresi’nde tam otuz bir defa geçen “Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?” ayetinin ilkindeydi. Henüz “Febieyyi alai…” demişti ki, birdenbire hapşırıverdi! Üst üste dört defa hapşırınca hem kendisi, hem arkasındaki cemaat ne yapacağını şaşırdı. Hapşırmalar kesildikten sonra uzun bir sessizlik sardı camiyi.

İşte tam o an saatler 13.19’u gösteriyordu.

Bilgisayar marifetiyle izlediği “Fight Club” filminde, Brad Pitt’in canlandırdığı “Tyler Durden” karakterinin aslında Edward Norton’ın kafasında oluşturduğu birinden ibaret olduğunu anlayan liseli genç, filmin geri kalan kısmını izleme arzusunu yitirmişti. Oflaya puflaya filmi durdurmuş, hemen internete girip Google’a “Fight Club” yazmıştı. Ufak bir araştırma neticesinde, aslında Fight Club’un Chuck Palaniuk’un bir romanı olduğunu öğrenmişti.

İşte tam o an saatler 13.20’yi gösteriyordu.

Kabataş’tan fünikülere binmek üzere turnikelere yaklaşan emekli tarih öğretmeni hanımefendi, akbilini dokundurduğu an yükselen o kaba ve çirkin “yetersiz kredi” uyarı sesiyle irkildi. Akbilini doldurmak için geriye, gişelere doğru yöneldi. Fakat yanında hiç nakit parası yoktu. Nasılsa akbilim var diye düşünmüş, yanına nakit para alma ihtiyacı duymamıştı. Acaba birine rica etse, kendisi için de akbil basabilir miydi? “Mesela şu liseli kız?” diye geçirdi aklından.

İşte tam o an saatler 13.21’i gösteriyordu.

İşte tam bu an saatim 13.21’i gösteriyor.

Büyük derslikte, kürsüsünde oturan hoca ders anlatıyor. Sıkılıyorum. İngilizce anlatıyor dersi. Kol saatime ilişiyor gözüm. Sonra Türkçeye dönüyor. “Receiver” diyor, “mesaj” diyor, “encoding” diyor. “Kod” diyor mesela, “social context” diyor. Kılıç Ali Paşa Camii imamı öğle namazının ilk sünneti için tekbir alırken, William Burrougs’dan bahsediyordu hâlbuki. “Naked Lunch” diyordu. Dışarıdan gelen ezan sesi Allah’tan başka bir ilahın olmadığına yemin ederken, hemen sol yanımda oturan uzun saçlı çocuk açmıştı bu “Beat Generation” mevzusunu. Ardından her şeyi bilen, kendisini her şeyi bilmek zorunda hisseden hocamız başlamıştı anlatmaya. Sıkılıyorum. William Burrougs’dan, Jack Kerouac’dan, Alan Gİnsberg’den…

Ve titriyorum!

Yani cep telefonum titriyor.

Bir mesaj, bilmediğim bir numaradan: “Başın sağ olsun canım. Çok üzüldüm, anneni çok severdim ben de. Kendine çok iyi bak.”

İşte tam o an saatim 13.22’yi gösteriyordu.

(Kimin numarası bu, Azrail'in mi?)