12 Kasım 2010 Cuma

Bir Rüya

Okuduğum gazeteden başımı kaldırdım. Kapıdaydı işte.

“Dostoyevski’yi anlayamayacaksın hiçbir zaman!” dedi. “O aptal masanın arkasında oturup, yalanlarla dolu gazeteye kafanı gömmüşken yapamazsın bunu.”

“Yeter! Bıktım senden anladın mı, yeter. Dostoyevski falan umurumda değil artık! Anla beni. Lütfen.”

“Kendini kandıramazsın. Bunu çocukluğundan beri, başta kendini bir halt sanan ilkokul öğretmenin olmak üzere kim bilir kaç kişiden duymuşsundur ama gerçek bu işte. Kandıramazsın kendini. Ve kandıramayacağın için de anlayamazsın. Ne kendini, ne Dostoyevski’yi.”

“Hiçbiri zerre kadar umurumda değil. Şimdi çek git başımdan ve bir daha bu eşikten adımını atma!”

Kapıyı olabildiğine sert bir şekilde çarparak çıktı odadan.

Ve kapının kapanmasıyla telefonun çalması bir oldu.

“Alo?”

“Aklını yitirmişsin sen. Delirmişsin. Ama ne Dostoyevski kadar soylu bir akıl yitirme bu, ne de onun gibi entelektüel bir bunalım. Sen sadece ölmek istiyorsun. Bu rezil hayatı yaşayarak uzun sürecek bir intihar düşlüyorsun.”

“Seninle konuşmak da istemiyorum. Çek git artık hayatımdan!”

Bu sefer ben sert bir şekilde kapatıyorum telefonu. Ahize, paramparça oluyor.

Gazeteme ger i dönüyorum.

“Soysuzluk senin kanında var. Sen köylüsün. Senin baban okuma yazma bile bilmiyor. Sen ne yazarsan yaz, seni en iyi tanıyan insan seni okuyamayacak bile. Gerçi sen şimdi babandan nefret ettiğini de söylersin! Bu durumun için de ‘Patetik’ dersin. Entelektüel olmak için günlük dilde kullanılması gereken en önemli kelimelerden biri: Patetik!”

Yeter, yeter, yeter!

Gazeteyi bir kenara fırlatıp, masanın çekmecesini açıyorum gayrı ihtiyari. (Ve olağanüstü bir hızla.) Elimi çekmeceye sokup, kötü bir film oyuncusu gibi silahı yavaşça çıkartıp, namluyu anlıma dayıyorum.

Hayır, hayır. Bu bir silah değil. Bir balta.

Raskalnikov?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder