20 Şubat 2011 Pazar

Merdivende

"kayıp edebiyatçılar antolojisi"nden: söz-müzik: tuğçe nomanoğlu / düzenleme: doğu

Merdivenler duyarsızdır.

Basamaklara attığım her adım, ayaklarıma ağır geliyor. Bir sonrakine yığılıyorum hep. Anlatmak gibi bir şey merdiven de. Her kelime de canım yanıyor, yoruluyorum. Neyse ki inilen dört katın sonunda geriye sadece dört basamak kalıyor. Sonrası dümdüz, boş bir yol. Boş yolları severim, sessizdirler. Yükünü çekmek zorundayım ama merdivenlerin, merdivenlerden de çok basamakların! Omuzlarım biraz aşağıda kalmış, sırtım hafifçe belirginleşen kamburdan kurtulma çabasında, ayaklarımda bir “seyahat” tedirginliği…

Geçkin ışıkların bin bir zahmetle yaydığı ışıma altında, her bir basamak yeni doğmuş bir bebeğin lekeli tenini taşıyor. Ayakların havale geçiriyor, düşürüyorum ayaklarımı! (Sakarlığın hep bir bahanesi vardır. Olmalıdır.) Düşürdüğüm ayaklarımı, kollarım gurur meselesi yapıyor, kaldıramıyor. Hâlbuki bir “aile” olmuştur uzuvlarım, birbirlerini kollayan. Birkaçı “otorite” ise, diğerleri mutlaka zayıftır. Dengenin bozulmaması için güçlü olan zayıfı gururla korurken, zayıfın zayıf kalmasına da dikkat eder. (Gururun hep bir bahanesi vardır.) Çok mutlu bir aile!

Ellerim biraz yatıştırınca pamuk tabanlı ayaklarımı, bin bir zahmetle birbirini tutmayan adımlarını atmaya devam ediyorlar. Ayaklarımın “pamuk” tabanlı olması da aileden gelir. Tabii bu sefer bahsettiğim genel-geçer, toplum börtü böceği olan klasik aile! Zaten anlattığım da bir “Pamuk Prenses” masalı değil, olsa olsa bir “taban”sızlık hikâyesi. (Her hikâyenin mutlaka bir bahanesi vardır.)

Krem sürülmüş ayağın çoraba, oradan da ortopedik ayakkabıya sokulmasıyla başlıyor hikâye. İki ayağın birbirini tutmamasının bir bahanesi yok! Olsa olsa, fizyolojik bir durum işte.

İki katı aşmıştım bile. Önümde iki katın daha olduğunu düşünmek istemiyordum. Tırabzanlara yaslanıp küçük bir mola vermiştim. Mola olmazsa, nefes almak öyle bir zorlaşıyor ki. Sonra bir ses duyuluyor ikinci katın basamaklarından yukarıya yükselen: “Uyuz salgını var bu basamaklarda! Maazallah, inerken basamaklardan ayağını kaydırıverir insanın. Düşerken saçlarına takılır ayağı insanın, döner topaca! En iyisi asansör! En güzel asansör!”

“Hurafelere inanmam!” diyerek ayaklanmıştım. Teni bozuk, huysuz basamakları inmeye başlamıştım tekrar. Bir bakmıştım ki, ayaklarım parmak dalaşına girmişler aralarında! Olan yine sol serçe parmağıma oluyor, inciniyordu. Diğer parmakların umurunda değildi bu durum. Küçücük parmak o daha, gençlikte olur böyle şeyler! Telaşlı adımlarıma bir yenisini daha ekleyerek ben de duymazlıktan geliyorum ben de bu tantanayı. (Ha gayret, bir kat kaldı sadece!) Fakat o da nesi? Sondan ikinci basamakta bir su birikintisi! Bir yansıma beliriyor suyun üzerinde, yoksa… Hayır hayır. Başparmağım iğreniyor bu görüntüden, bir emir ile geri çekiyor tüm ayağı geriye.

Su birikintisinin üzerinden atlamaya karar verdiğim anda, son basamağa çoktan varmış görüyorum sol ayağımı. İki saniye farkla geriden geliyor sağ ayağım. Solak olduğum için mi böyle, alışkanlık mı, şaşkınlık mı… Kelimeler hızla geçiyor beynimden. Gereksiz buluyorum bu durumu.

Son kata vardığımda, girişin lambasını gıcık tutmuş bir vaziyette buluyorum. Kesik kesik öksürüyor. Işıltısı solmuş, bitkin. Ama ayaklarım! Zeminin sağlamlığını hisseden ayaklarım duruluyor biraz. Eski uyumuna ve sakinliğine geri dönüyor. Hatta mutlular bile diyebilirim. Belki de bu yüzden, seke seke iniyorum pütürlü ama lekesiz, oksijeni bol dış kapı merdiveninden.

Karşımda kemik siyah gözlüklerin ardına yaslanmış bir çift göz. “Merhaba!” diyor, neşeli ama çekingen. “Seni tanıyorum,” diyor, “gıyabında!”. Kırmızı ayakkabıları da ayaklarımı selamlıyor. Ayaktayız. Kelimeler başlıyor. (Yeni kurtulmuştuk ama merdivenlerden!) “Sigara alacağım, kül dağı yapmam lazım da!” diyerek devam ediyorum yoluma. Dinginlik. Dinginlik kelimeleri en baştan oluşturuyor. Yol, ayaklarımı hafifletiyor.

Geriye dönüp bakıyorum pütürlü merdivene, kırmızı ayakkabılar hala yerli yerinde. Soruyorum:

- Eee? Hadi ben konuştum anlamadın. Bilgisayar var, internet var… Kırmızı ayakkabılar var!

Anlamıyor. Ben de anlamıyorum ki zaten söylediklerimi. Ama yine de bir yanıt verme ihtiyacı içerisinde konuşuyor:

- Gogol’ün paltosuna girmem gerek bir an önce.

- Haa, tamam o zaman. Ama sen önce Sezar’ın hakkını Sezar’a ver de…

- Sen de mi Brütüs?

Anlıyorum ki merdivenlerdeki kadar başarılı değilim konuşma konusunda.

Ayaklarım üşüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder